“Yollar görünüyor. Üçü de açık. Ama üç vade içinde en sonuncusu için bir çağrı alacaksın. İşte bunu beklemen gerekiyor. Çünkü bu haberi alıp da yola koyulduğun anda bütün o yürek kabartısı sıkıntılar sona erecek. Bak istersen, bak yüreğin ikiye ayrılıyor, arasından bir güneş doğuyor. Bir yanı puslu, diğer yanı aydınlık bir yüreğin var. Üçüncü yolu seçersen dileğin bir anda yerine gelecek; tüm sıkıntılardan kurtulacaksın. Bir kalabalığın içine gireceksin. Burada senden çok söz ediliyor. Bazı şeyleri kendine saklamazsan, karşına dikilmiş şu iki kişi içtenliğini kötüye kullanacak. Bak, şurada perdelerin arkasında iki gölge, biri erkek biri dişi… Onlarla içli dışlı olmazsan feraha kavuşacaksın” diyerek kahve fincanını masaya bıraktı Hale Hanım.  Bu kez tabağı aldı, telveyi fincana iyice silkelerken torununu gözlüklerinin üstünden sevgiyle süzerek, “Bir de hanende neler olup bitecek ona bakalım“ derken gözlerini tabakta kalan izlere çevirdi, “Evin tertemiz, aydınlık. Kocanla aranızda bir soğukluk var, ama her şey kısa sürede yoluna girecek. O koca kafalı damadımız, sonunda aklını başına devşirecek, senin kıymetini bilecek,” dedi.

Falın bakılması bittiğinde, Nesrin, “Ağzına sağlık Nineciğim,” diye Hale Hanımın boynuna sarılmıştı“ Nasıl da gördün; ta içimi okudun valla! Yeni bir iş buldum, Üçyol’daki büyük bir iş merkezinde tanıtım yönetmenliği yapacağım!”

Nineyle torun, gün batarken pencereden içeri dolan ilkyaz serinliği ürpertene kadar karşılıklı oturmuşlar; Hale Hanım’ın tek çocuğu Yeşim’i doğurduğu yıllara, geçmişe doğru mutlu bir yolculuğa çıkmışlardı. Güneş iyice alçalınca, karşı duvarı kaplayan, mermer konsolun üstüne sıralanmış sayısız fotoğraf çerçevesinde patlayan bir yansıma ikisinin de  gözünü aldı. Nesrin bu fotoğraflarda boy gösterenlerin çoğunu tanımıyordu. Dedesi, köşeye doğru asılmış bir çerçevenin içinden, üstünde asker giysileriyle gençlik ışıltıları saçarak gülümsüyordu. Oysa çocukluğundan kalan anılarında Mustafa Şevki Bey, ancak fısıltıyla konuşabilen, yürümekte güçlük çeken; ama dudaklarında sürekli sevecen bir gülücük taşıyan yaşlı bir adam olarak yer etmişti.

Nesrin’in annesi Yeşim, gerçekçi olmakla övünen bir kadındı. Hale Hanım’la uzun uzadıya oturup, geçmişten konuşmaya, onun düşlerini yorumlamaya artık dayanamıyordu.  Eskisi gibi yaşlı annesine sevgi de göstermiyor, gereksinmelerini karşılamakla, alış-verişini yapmakla yetiniyordu. Geçenlerde kızı Nesrin’in işyerine uğradığında bıkkınlıkla, annesinin sevecen gösterilerin ardına sığınıp, bencilliğini arttırarak sürdürdüğünü söyleyivermişti. Nesrin ise, her fırsat bulduğunda anneannesini görmeye giderdi. Yaşlı kadının yaşama sıkı sıkıya sarılması, ona kendisinin de ileri yaşlarında aynı direnci göstereceğinin güvencesi gibi gelirdi; kıvançla donanırdı. Annesinin tepkisini de anlamıyor değildi. Çocukluğundan bu yana ninesi onun tek sırdaşı olmuştu. Murat’ı da önce ninesiyle tanıştırmış, annesinin evlenmesini onaylamayacağını düşündüğünden, bu ilişkiyi gizlemişlerdi. O zamanlar ninesinin, yaşına karşın annesiyle babasına göre daha çağdaş düşünceli olduğuna inanmıştı. Nesrin’in başında kavak yelleri esiyor, yaşamını kendi başına kurma isteğinin önündeki tüm engelleri kaldırmak istiyordu. Şimdi her şey öylesine bir hızla geçmişe sürükleniyordu ki, bu akış onda geleceği kurgulamak için bir güç kırıntısı bile bırakmıyordu. Murat’la dört yıl önce evlenmişlerdi. Kocasının o yaşam coşkusu birden tükenmişti. Mutsuzluğunu çevresine dağıtan; çalıştığı yerde de geçimsizliği, huysuzluğu yüzünden sevilmeyen biri olup çıkmıştı. Önceleri onun anlattıklarına inanırdı Nesrin. Murat, işyerinde her sorunu çözdüğünü anlatır, yakında bölge yöneticisi olacağından söz ederdi. Ne var ki, geçenlerde gözleri dolarak işten çıkarılmaktan korktuğunu söyleyivermişti.

Yeşim matematik öğretmeniydi. Ellili yaşlarına gelince emekliliğini istemişti. Sınavlara hazırlanan öğrencilere evinde ders vermeye başlamıştı. Kocası bu durumdan oldukça tedirgindi. Eve döndüğünde kapıda karşılanmayı beklerken, karısını bir ya da iki öğrencisiyle oturma odasındaki masanın başında çalışıyor bulurdu.

Hale Hanım o gece canından çok sevdiği torununu, ona baktığı falı düşünerek uykuya daldı. İçini boşaltan bir çarpıntıyla uyandığında daha gün ağarmamıştı. Yatağından güçlükle doğruldu, başucundan eksik etmediği dilaltında eriyen haplarından bir tane alıp ağzına götürdü. İdare lambasının loş aydınlığında büyüyen gölgesi hantallığıyla bir an için onu ürküttü. Yeniden uzandı, yorganını çekti… Bir ses duymak isteğiyle kendi kendine mırıldanmaya başladı:

“Ah! Ne güzel günlerdi: Kardeşlerim, annemle babam, halam o büyük evde bir sevgi halesi içindeydik. Bu yalan dünyayı bırakıp gittiler. Bir başıma kaldım. Ben evlendikten sonra da hemen karşı sokakta bir ev kiralamış, onlardan ayrı düşmemiştim. Her gün ayrı tatlar yaratılırdı mutfağımızda. Uzun yıllar kendi evimde ocağa bir kap olsun yemek sürmedim. Şimdi kızım da, torunum da kendi dertlerinde. Hep akıllarındaymışım. Ama çalıştıkları için hiç zamanları yokmuş. Buna karşın beni yalnız bırakıyorlar mıymış, falan… Oysa haftada bir kez kapımı çalsalar amenna!“

Yüreğine pençesini geçiren o sıkıntı yavaşça dağılıyordu. Birden az önce gördüğü düşü anımsadı: Yeşim ilkokul önlüğüyle büyük evin bahçesindeki havuzun kenarına çıkmış, ezberlediği şiiri okuyordu. Durmadan içeriye doluşan kalabalıktan adım atacak yer kalmamıştı. Hale Hanım üstündeki kombinezonla kalakalmıştı. Utanç içinde göğüslerini elleriyle örtmeye çalışırken, Yeşim’e ulaşmak için önünde kim varsa omuzlarıyla iterek kendine yol açıyordu. Ortalığı kaplayan uğultuya karşın kızı, tekdüze bir haykırışla şiirin anlamsız dizelerini okumayı sürdürmekteydi. Yeşim’i kucaklayarak buradan uzaklaşmak istiyordu. Kan-ter içinde kalmıştı. Kızına yaklaştıkça göğüslerini kavrayan avuçlarına ılık bir akıntının dolduğunu duyumsadı. Göğüs uçları iyice büyümüş, artık fışkırmaya başlayan süt, kendine bir yatak açarak havuzu doldurmaya başlamıştı. Bu düşü neye yoracağını bilemedi. Torunuyla bile paylaşamayacağı, başı sonu belirsiz bir saçmalıktı işte..

Hale Hanım, kutsal sığınağı saydığı aile çevresinde koca evreni kucaklamak istemişti. İçindeki bolluk imgesini tüm insanlık için bu yaşlarına dek büyütmüştü. Savaş haberlerini, cana kıymaları, yolsuzlukları duymak bile istemiyor, iyimserliğini sürdürmek için düşlerinin yaldızlı kozasına sığdıramayacağı denli çok sayıda kişiyi tıkıştırıyordu. Haftada bir evine yardıma gelen Pakize’nin dert yanmalarını dinlemekle yetinmeyip, onun bütün hısım akrabasına da kapılarını açıyordu. Yeşim her uğradığında bu kalabalıktan bunaldığını söyleyince hep aynı yanıtı alırdı: “Ne yapayım hepsi de beni çok seviyor. Kiminin Hale Teyzesi, kiminin de Hale Ninesi oldum,” diye keyifle gülümsüyordu.

Yaşayamadıklarını, kızı yaşasın istemişti ama Yeşim’in dik başlılığıyla baş edememişti. Kızıyla yıldızları hiç barışmamıştı. Babasının kızıydı işte… Kocası da gelecek için kaygılanır; attığı her adımda, ardında tedirginliğinin izlerini bırakırdı. Hiçbir şeyi oluruna bıraktığı olmamıştı.

Şimdi düşlerini paylaşan bir torunu vardı. Hep gönlünce yaşayabilmesini istemişti Nesrin’in. Ama her şey değişmişti. İnsanlar artık umutlanmaktan yorulur olmuş; toprak bile bereketini esirgemeye başlamıştı sanki. Meyvelerin özsulu, kokulu lezzeti kalmamıştı. Görünümleri iştah açan zamane elmalarının içleri nasıl saman gibi çıkıyorsa, Nesrin de, kocası da bu elmalara benziyordu. Biraz hal-hatır sorup, sözü uzatsa ikisinin de gözlerinin içinde tatsız bir boşluk beliriveriyordu. İşte o zaman ”Çok uzun bir ömür sürmek de pek matah bir şey değilmiş,” diye düşünüyordu. Bir yandan da “Yaşına güvenip, her konuda bilgiçlik taslayayım deme. Sakın ha! Baksana herkesi kendinden uzaklaştırıyorsun,” diye söylenerek kendini uyarıyordu. Birkaç zaman önce öz kızı Yeşim de, kendi yaşına başına bakmayıp, gençlerle yüz-göz olmakla; torununu da anasından-babasından uzaklaştırmakla suçlamamış mıydı onu?

“Anne sen bu çağın koşullarını bilmiyorsun, kendi düşlerinde yaşıyorsun. Bırak artık başkalarının dertleriyle uğraşmayı“ diye, üstü kapalı da olsa, her fırsatta kendisinden yakındığını belli etmekteydi.

Hale Hanım göğsündeki baskı biraz hafifleyince derin bir uykuya dalmıştı. Kalkıp da demliğe su doldurduğunda saate bakmak aklına geldi.

O sırada Nesrin, 7.40 vapurunu kaçırmamak için soluk soluğa koşuyordu. Halatlar atılırken son anda yetişti. Kendine gelmek için burundaki açık bölümde bir yere oturdu. Murat yarım şişe rakıyı içtikten sonra bütün gece horuldadığı için uyuyamamıştı. Aman ne horultuydu o! Evden çıkıncaya dek uyandırmaya çalıştıysa da kocası yastıktan başını kaldıramamış, ağzı açık, aynı gürültüyle uyumayı sürdürmüştü. O da saati yeniden kurmuş, kapıyı çarparak çıkmıştı. Kulaklığını taktı, müzik çalarına iş yerindeki arkadaşı Taner’in yüklediği, ’Arzuların toprağında sadakat yalan imiş/ Kararan yeryüzünde sevgi de çoktan talan edilmiş,’ diye masalsı bir şarkıyı dinlemeye başladı. Böylelikle öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu. Poyrazın serin esintisine yüzünü vererek iç geçirdi. Gözleri dolmuştu. Bakışları karşı kıyıdan yükselen güneşe dalıp gitmişti. Çocukluğunda annesiyle babasının tüm isteklerini karşılayabilecek güçte olduklarına inanırdı. Şimdi ikisi de kendisinden öylesine uzaklaşmışlardı ki, onlarla iki söz bile konuşamıyordu. Oysa Ninesinin fallarındaki, düşlerindeki umutları yeşertip çoğaltmak istemişti. ‘Ah, fallarda gördüğümüz gelecek yaşanabilseydi,’ diye içinden geçirdi.  Ama son günlerde Ninesi de hep iyiye yorduğu düşlerinden söz etmez olmuştu; penceresinden izlediği kargaları alıcı kuş olarak görüyor; bu iri, siyah kuşların kumruları, serçeleri parçaladığını anlatıyor, bunu da her karşılaşmalarında yineleyip duruyordu. Yoksa Hale Hanım, düşle gerçek arasında tükettiği yaşamının sonunda kaçınamadığı bir yüzleşmeden mi söz ediyordu? Sanki tüm düşler yerlerini birbirine benzeyen karabasanlara bırakmıştı. Sarsıntıyla kendine geldi. Vapur iskeleye yanaşmıştı.

Yeşim o gün erkenden uyanmış, kahvaltıyı özene bezene hazırlamıştı. Her sabah kapıcının bıraktığı gazeteyi de masanın bir ucuna koymuştu. Kocası kupkuru bir ‘günaydın’ diyerek yerine oturur oturmaz gazeteyi açmış, okumaya başlamıştı. Hiç böyle davranmazdı. Uzunca süredir aynı evde yaşayan iki yabancı gibiydiler ama, kahvaltıda birbirlerine iki sevdalıymışçasına seslenirlerdi. Kocasının yüzünü göremiyordu. Çayları getirirken gözü gazetenin baş sayfasına ilişti: Yeryüzünü kuşatan savaşlardan; yaygınlaşan işsizlikten, açlıktan söz eden başlıkları okudu. Çay bardaklarını elinden bırakmadan sandalyeye yığılırcasına oturdu. Kocası sonunda gazeteyi katladı, sözcükler ağzından derin bir hüzne boğularak dökülüyordu:

“Yeşimciğim, hiçbir şey kurguladığımız, umduğumuz gibi olmadı değil mi? Boşuna mıydı bunca didinmemiz?”  Yerinden doğruldu, karısını oturduğu yerde kucaklayarak, başını göğsüne bastırdı. Saçlarını okşarken, artık sesi titremeye başlamıştı:

“Büyük bir örselenmişlik duygusu içinde olduğumuzu biliyorum. Ne olur birbirimizi suçlamayalım. Benim için şu anda tutunabileceğim tek gerçek var; o da sana duyduğum sevgi,” diyordu. Daracık mutfakta birbirlerine sarılmış kalakaldılar…

 

                                                                                                                 20/Aralık/2008

Önerilen makaleler

[instagram-feed]