“Bunca yolu yürüyerek mi tüm ihtimallerin sonuna gelmiştim? İlk adımımı attığım anı anımsıyorum. Alacakaranlıktı. Adımlarımı bir koşuya dönüştürdükçe karanlığa gömülmekte olduğumu anlamıştım. Yeni sürülmüş, kabartılmış toprağıyla ekime hazır bir tarlada ikide bir tökezlemeye başlamıştım. Artık çevremi göremez olmuştum. Durdum. Oldukça uzun bir zamanı uyuklayarak geçirmiştim. Sanki toprağın o sıcak nemini içime çekerek durmadan kök salan, güçlenen tohumdum ben. Öylesine mutluydum ki, uyanınca yürüyebilecek miyim kaygısı aklıma bile gelmemişti. Şu ayak bastığım yeni dünyada soluk alıp vermeyi öğrenmem gerekiyor; becerebilecek miydim? Yoksa ana rahminin o uykuya çağıran kucaklayıcı ritmiyle adımlar atma denemelerini sürdürmekle mi yetinecektim?
Beni ayakta tutan o ılık ortamdı. Ondan yakamı kurtaramıyordum. Çocukluğumu yeniden yaşama isteği tüm benliğimi ele geçirmişti. “
Tırnak içine aldığım yukarıdaki söylemi, yıllar önce kendi güncelerim arasına yazdığımı anımsıyorum. Ne var ki, kayıtlarıma geçen bu yalnızlık yakınmasını bugün ne denli benimsiyorum bilemem. Zaman içinde kimlerle karşılaştığımı doğru zamanlamayla nasıl belgeleyeceğım? CD kayıtlarına ya da sayfalara döksem mi, diyorum. Olmadı ta Mezopotamya’dan başlayan toplumsal izlerimize göndermeler yapsam mı bilemiyorum. Nerede olduğumu kestirebilsem, karşıma çıkıveren tüm sorulara birer yanıt verebileceğim. Coğrafyanın geçite izin verdiği birçok kapısı var. Kafkasya, Balkanlar, Akdeniz kıyıları birçok insan topluluğuna kapılarını açtığı gibi, kimilerine de yurt olmadı mı? Böyle düşününce, arada bir kapıldığım şu acınası terkedilmişlik duygusu, çok büyük bir bencilliğe boyun eğmek değil midir?
Bakalım bu kez yolum daha nerelere çıkacak.
Bambaşka bir yerküreye indiğimi düşünmeye başlamıştım. En iyisi her şeyi baştan deneyerek yeni yaşama yöntemleri geliştirmek olacaktı. Çünkü belleğimi yitirmiş gibiydim. Anılarım neredeyse silinip gitmişti. Geriye kalan anı kırıntılarını hangi yaklaşımımla ve neyle bağlantılı kılabilirdim? Öyle ya, karşılaştığım insanların yargısı, çok kararsız olduğum yönündeydi. “ Şimdiye kadar neredeymiş; şimdi mi kendisine ait bir geleceği kurgulamak aklına gelmiş?” işte bütün bu sorular, hiç peşimi bırakmayacak gibiydi.
“Nerelerdesin? Kurtar beni! “ çığlığını duyar gibi olduğum anda, bütün algılarımı dış evrene kapatıverdim. Bu sorularla daha önce de yüz yüze geldiğimi anımsamıştım. Ama bir başkalık vardı; ses daha sevecendi; azarlar gibi yüreğime korku salmıyordu. Bunun hiç yararı oldu mu, derseniz, ne gezer; bütün anlam kaymaları, iletişim ve bilgi aktarımı hatlarımı, bağlantılarımı yarı yarıya kilitlemişti.
Benimle buluşmak isteyen kimdi? Bir yerleşim yerine ulaşmak amacıyla izlediğim kıyıdan bu düşünceyle ayrıldım. Öyle ya, eski çağlarda kıyılar güvenliği olmayan yerler olarak tanımlanırdı. Gece karanlığı iyice bastırdığında, korsanlar denizden gelerek o balıkçı evlerinde yaşayanları tutsak alırlardı. Genç kadınlar hemen esir pazarında satışa çıkarılır; erkeklerin güçlü ve sağlıklı olanları kürekçi forsa olarak kadırgalarda yüksek bedelle prangaya vurulurlardı.
Yumuşak kum yığıntılarına saplanıp kalmamak için emekleyerek onları aşmak isteği ile çırpınıyordum. Bir yandan da duyabildiğim o çığlığı yanıtlamak için, “ Buradayım!” diye var gücümle haykırıyordum. İlerledikçe aşağıdaki denize kadar yeşil yaşam alanını genişleten orman içinde yönümü bulamaz duruma geldiğimin ayırdına varmıştım. Artık sesleri de, kokuları da izleyerek yönümü bulmam gerektiğini anlamıştım. Bastığım verimli toprak üstünde ayağa kalktım. Oldukça uzakta yaşlı bir günlük ağacının altında bana el sallayan genç bir adamı gördüm. O anda iki elimi birden kaldırarak seslendim:
“Burası koca orman. Neredeyse size ulaşamayacaktım,” derken hızla ona koşmaya başlamıştım. O da bana doğru yürümeye çalışıyordu. Bitkin görünümü beni kaygılandırmaya başlamıştı. Beklemesini söyledim. İyice yaklaştığımda, “İki gündür yolumu kaybettim. Şuradaki birikintiler olmasa susuzluğa dayanamazdım” dediğini duyabildim. Hemen o esmer delikanlının koluna girdim. Biraz ötedeki gölgeliğe sürükledim onu. Yarısı doluydu mataramın. Bir dikişte hepsini içti. Nasıl kaybolduğunu anlatmaya başlamıştı bile:
“Peşimize düşmüştü. Gözü sevdiğim o kızdan başka bir şey görmüyordu, Çürümüş palmiye gövdelerinin altında sıkışıp kalmıştık. Sevdiğim gecenin karanlığında bana sokulup, fısıldadı:
Bizi iyice kıstırdılar. Başaramayacağız. Ben sana kıyamadığım için onlara sığınıyor gibi davranacağım. Sen bu palmiye gövdelerinden birinin altına kendin için kumu kazarak bir çukur hazırla. Ben onlara teslim olunca seni artık aramazlar!”
Bana anlatıldığı kadarıyla, o kızın laciverte dönen gölgeleriyle öylesine kararlı bakışları vardı ki, ağzından çıkan her sözcüğü birer buyrukmuşcasına yerine getirerek canlarını kurtarabildiler. Ama sıklıkla uykusundan onu sıçratarak uyandıran karabasanlarda yinelendiği gibi, sevgilisini o yaşı ilerlemiş sapığa kaptırmasının öyküsünü defalarca yaşamaktan kurtulamayacaktı. Keşfedilmeyen zamanın bir ucunda tutsak kalmıştım.
Karşılaştığım kişilerden dinlediğim öykülerden yakaladığım ip uçlarının peşindeydim. Bu anlatımların bana verdiği, yaşadığım gerçekliğin parçalarıydı. Böylelikle anımsamaya başladığım geçmişimi yeniden kurguluyor, kendime güvenimi tazeliyordum. Bundan da büyük bir mutluluk duyuyordum. Geçmişimin birçok zaman kesitinde yer aldığına inandığım bu delikanlıyı böyle çaresizlik içinde bırakamazdım. Bunaltılı belleğini toparlar, diye bu ormanın kaç zamandır böylesine geniş alana yayıldığı konusunda konuşarak onu yürüttüm. Büyük köyün bulunduğu yeri sezinlediğim o kıyılara doğru ilerledik. Buna “sürüklemek” ya da tek beden olmuş iki varlığın adeta bir yılana dönüşerek “sürünmesi” de denebilir. Bu olayı kim, nasıl anlatıma dökmüş olursa olsun artık kurtulmuştuk.
Gittikçe büyüyüp turizme açılmış, eski ilkel güzelliğini yitirmiş balıkçı köyü sanki baştan yaratılmış bir zaman boyutu düzleminde yanılgılar zinciri yaşamaktaydı. Beni ve esmer delikanlıyı köyün yakınındaki adada korumaya almak isteyen balıkçı öleli neredeyse iki yüz elli yıl olmuştu. Her köylü ayrı bir tarih vererek balıkçının gömü törenini anlatırlarken, aklımı daha da karıştıracak olay-olgu örgüsünü devreye sokuyorlardı. Bunca insanlık serüveni nasıl yaşanmış olabilirdi? Hangi zamanın halkaları bir araya gelmişti de bilinmeyen bir güç, durmadan karşıma çıkan yeni kimliklerle, benim yaşadıklarımı da, belleğimden silinen geçmişimi istemesem de baştan yaşamam gerektiğini buyuran başka bir düzen dayatılıyordu. Yeniden başa dönüyordum. Bu genç adam, büyük olasılıkla kendisine bir gelecek kurgulayabilecekti. Karabasanlarla ya da umut düşleriyle donatılmış ışıltılı bir gelecekti bu.
Bütün atomları sonsuzca parçalara ayırmanın zamanı gelmişti sanki. Yaşadığım tüm ayrıntılara bu işlemi uygulamak doğru olur muydu? Geçmişteki yaşanmışlığı alıp, koskoca bir yaşam öyküsü içine yüklemek gibi bir kucak açmayı anlayışla karşılamam olmayacak bir yönelişti. Anımsadığım sevgili eşime bir yer ayırınca anlayışla karşıladığım bir sığınak oluyordu bana! “Sevecenlik,” deyince, bütün geçmişimi kalabalıklaştıracak bir sonuç yaratabileceği için oldukça tedirgindim.
Kaynağını kestiremediğim bir aydınlık, artık bütün algılarımı, ana karaya doğru uzanışımı ışığa boğuyordu.
Aralık 2024