Açıklanılmasını istemediğimiz anılardan kaçınmak için sözü dolandırıp, kendimizi çıkmaza sokarız ya; ayrıntılara sarılarak anlatımı sürdürdüğümüz işte o anda çevremizdekiler bizden iyice kuşkulanmaya başlamışlardır bile… Çünkü eski deyişle, konuyu “lâf kalabalığına” boğmak, bir gizlenme ya da gizleme isteğinin, bir çaresizliğin belirtisidir. Gizlenmek istenen şey, o konudaki bilgisizliğimizdir, yetersizliğimizdir. Anıların içinden yalnızca başarıları, yengileri seçerek olduğumuzdan başka tanınmak isteği de kişiyi aynı tutarsızlığın alacakaranlığına sürükler. Bir düşünceyi paylaşmak için olmayacak örneklere başvuranlardan; okuduklarının, izlediklerinin yorumuna girişmek yerine, kulaktan dolma bilgilerle sözün ucunu kaçıranlardan yayılan o güvensizlik imgesi ne kadar ürkütücüdür?
Aslında, algıların, bilginin bir düşünceye varması evreni de özümüzü de tanımlayabilmek adına bir ilk adımdır. Bireyin anılarını yazarken gerçek dışı özenmelere kapılması neredeyse kaçınılmazdır. Bellek, anıların tortusu içinden mutluluk ve haz anlarını hortumlamayı sever. “Otobiyografiler” için diyebilirim ki, inandırıcılıklarını bir yana bırakalım; ya bir savunma metni olarak biçimlenirler, ya da değme serüven romanlarına taş çıkartacak denli kurmacayla kotarılmış bir anlatıma dönüşürler. Oysa deneme yazıları, bilinçaltını sıklıkla yoklayan bir istemin sonucudurlar. Denemenin o uçsuz bucaksız görüş alanı, yazarın ve okuyucunun bilinçlerinde hem de bilinçaltlarında dinlendirilen düşünceyle sonsuzca varsıllaşmasını sürdürür. Öyleyse kısaca denebilir ki, anılardan ne roman olur, ne de anılarımızı sıralamakla, kendi yaşam öykümüzü yazabiliriz.
Deneme türünde yazmak iç sese başvurmaktır. Düşünsel birikimi kışkırtan o ardı arkası gelmeyen soruların, üst üste yığılan algılarla süre giden yaşam çalkantısının durulması beklenir. Sözün en yalın haliyle anlatıma başlanır. Bundan böyle yeni sorular türetmeye başvurulmaz. Kavrayış boyutu öylesine kucaklayıcıdır ki, bundan böyle dil cambazlıklarına, belirsiz söylemlere yer kalmamıştır; gerek de duyulmaz.
Adnan Adıvar, Halit Ziya Uşaklıgil, A. Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Orhan Burian, Melih Cevdet Anday, C. Süreyya, Vedat Günyol, Attilâ İlhan, Salâh Birsel, Tahsin Yücel, Sabahattin Eyüboğlu, Nermi Uygur, Memet Fuat, Samim Kocagöz, Nermi Uygur, Azra Erhat, Vecihi Timuroğlu ve burada adlarını anamadığım nice yazarımız, birbirlerinden oldukça başka bağlamlardan yola çıkarak “deneme” diye adlandırdığımız bu içten söyleme yönelmişlerdir. Kimi yazar, felsefeden, tarihten, mitolojiden ya da arkeolojiden söz ederken birden öz seslerini yükselterek bu türde kalemlerine yol verirler. Kimileri de yazından dem vurmuşken, ‘eleştirel” bir yaklaşımla birden “ben” lik evrenlerine dönerler. Bazı yazarlar ise, poetikanın ıssız köşelerinden seslenerek denemeler kaleme alırlar. Nurullah Ataç bu durumu şöyle açıklar:
“Deneme, ‘ben’in ülkesidir. “Ben” demekten çekinen, her görgüsüne, her görevine ister istemez –kendisinden-bir parça kattığını kabul etmeyen kişi denemeciliğe özenmesin.”
Bu söylem, denemeciliğin çok öznel yargıları söze dökmek mi olduğu sorusunu akla getirebilir. Deneme elbette öznel dokuyu ortaya koyan bir anlatımdır. Ama aynı zamanda sakınmasızca ve içtenlikle girişilen bir paylaşımdır da.
Ressam nasıl düşlediğini somutlaştırmadan önce eskiz, ‘sketch’ gibi ön çalışmalar yaparsa, yazınsal anlamda deneme de anlama erişmek için yazılırsa düşü, düşünceyi varsıllaştırır. Suyun derinliğinde belli belirsiz görünen bir nesnenin daha belirginleşmesi için yüzeye; gözün, elin erişebileceği kadar yakına çekilmesi gibi bir çabadır deneme yazmak. Algıların yanılsamasını, gerçek saydığımızın dışındaki gerçekliği irdelemeye; bir başka kavrayış boyutuna çağrı yapan bu yazın türü, ne denli öznel dışavurumları barındırsa da duyuları nesnel ve bütünlüğü olan bir evrene yönelttiği için evrensel bir gelecek kurgusu önerir. Söylemindeki “ben”in belirginliği, sanki homo erectus’un sürdürülmek istenen sömürücü düzene karşı kalkışmış direnişini, nesnelerin kalabalığında bile yadsınamayacak varlığını sergilemek içindir.
Türk yazınında belki de Ataç’ın etkisiyle deneme yazarlarımızın çoğu eleştirel denemeye yönelmişlerdi. Bugünlerde iki kitabını okuduğum Yıldız Silier benim için coşku verici bir karşılaşma oldu. “Özgürlük Yanılsaması – Marx ve Rousseau” adlı yapıtında (Yordam Kitap-Üçüncü basım-2010) , ‘yoz toplumlarda’ yaşayan ve özgür olamayan bireylerin kendilerini özgürleştirebileceklerine inanmayan Rousseau’ya karşı yüzyıllar sonra Marx’ın karşı çıkışını konu edinmiş. Marx, insan doğasının yabancılaşmışsa bile yozlaşmadığını ileri sürerken, insanların bilinçlenerek gereksinmelerini algılayabilecek duruma gelebileceklerini; daha iyi bir yaşam düzeni kurarak özgür seçimlerine kavuşabileceklerini yazmıştı. Silier işte bu karşılaştırmadan yola çıkıyor. ‘ Kişisel Bir Yolculuk Öyküsü’ başlığıyla kendisini tanımlarken diyor ki,
“ … Hele de öğrencilerimin çoğu düşünmeye değil, bellemeye alıştırıldıkları bir eğitim sisteminin çarkından geçmişse, paylaşıp tartışmaya değil, kıyasıya rekabet etmeye ve boş vakitlerinde geyik yapıp, ‘chat’leşmeye alışmışlarsa, ÖSS’de puanları işletme-iktisat gibi geçerli dallara yetmediğinden kazara felsefe bölümüne düşmüşlerse, aileleri felsefe diploması olan birinin aç kalacağı kaygısını taşıyorsa, bu öğrenciler de felsefenin yaşamdan kopuk bir düşünme eksersizi olduğunu düşünüyorlarsa, felsefe tarihine ilgisizlerse ve sadece Zizek, Derrida, Foucault ve Levinas gibi son moda felsefecilerle ilgileniyorlarsa… Verdiğim derslerde neden kendimi Rousseau ve Marx’ı anlatmaktan kendimi alıkoyamadığımı onlara ve kendime nasıl açıklayabilirim?
Neden Rousseau ve Marx’ın bize söyleyecek çok sözü olduğunu açıklamak için yeniden kişisel öyküme dönmeliyim. İlk tercihi Boğaziçi Matematik Bölümünü birincilikle bitirmiş olsa bile hayatta yapmak istediğinin bu olmadığını anlamış felsefeye yönelmiş biri. Ne istemediğini daha iyi bilen ama ne istediği konusunda kararsız, kafası epeyce karışık bir genç kız. Ve bir rastlantı, hocam Prof. Gürol Irzık, insan gereksinmeleri üstüne çalışıyor ve bana önerdiği birkaç kitaptan biri “Yabancıların İhtiyaçları”(M.İgnatieff-1984- ‘Needs Of Strangers’). Kitapta gözlerimi açan birkaç satır: Adam Smith’e göre, ihtiyaçların kör bir sarmal içinde artışı özgürlüğümüzü arttırırken, Rousseau’ya göre aynı olay (Endüstriyel üretimle tüketime sunulan nesnelerin çeşitlendirilmesi ve çoğaltılması.Z.G), yabancılaşma trajedisinin kaynağı. “
Yıldız Silier’in aynı yayınevince bu yıl ikinci basımı yapılan “Oburluk Çağı”nda, Annelik ideolojisinin kısıtlayıcı yordamından sıyrılıp, özgürleştirici bir kavrayışa kavuşması olası mı ? Narsist bireylerin, özgürlüğü kuralsız ve sınırsızlıkla ilişkilendirmesiyle, tüketimciliğin oburluğu erdem haline getirmesi arasında nasıl bir bağlantı var; yeryüzünü yöneten şirketlerin, insanları da kendi suretlerinde biçimlendirmesiyle, “deforme” olmuş bireylerin kaynağındaki akılsızca,“irrasyonel” düzen nasıl doğallaştırılıp görünmez kılınıyor?” gibi sorulara yanıt aranıyor.
Anlaşılıyor ki, küresel sermayenin düşünsel boyutlarımızı da kaplayıp, karartan perdesini aralamak için de, deneme biçim ve biçeminin insanlığı bir konum kavrayışına yönelterek, özgürlük tutkusunu canlandırmasına bugün daha çok gereksinmemiz var.
Felsefenin yaşamdan koparılıp bir fildişi kuleye tıkılmasından sonra küresel korku imparatorluğunun kendi felsefecilerini, satın aldığı sanatçılarını devreye sokması, üstümüzü kaplayan o bilinç karartan örtüyü iyice ölümcül kılmakta.