Aslına bakılırsa, kurmaca, yaşamı sanal bir harita üstünde izleyerek başımıza gelecek olan her şeye karşı bir savaş oyunu içindeymişçesine alabileceğimiz önlemleri kararlaştırmak değil midir? Ya da olabilecekleri bir serüven biçiminde anlatıma dökerek bambaşka evrenler yaratmaya yönelmek, bir başka anlam boyutuna adım atmak için göze alınacaktır.
Din kitapları, masallar, meseller, efsaneler, kıssa çıkarımlarına yol açan öyküler, insanlığa yol gösterici olmayı amaçlayan anlatımlardır. Bütün bu birikimin dışında, toplum bilimi araştırmalarla yepyeni açılımlara yönlendiren, ekonomik, siyasal, antropolojik verilerle beslenen tezler, hipotezler, yani kuramlar vardır. İnsanlığın kabile yaşantısından kurtularak toplum biçiminde yaşayışın bütünlüğüne erişmesinin geçmişten geleceğe uzanan serüveni, bu çalışmaların önerdiği çeşitli paylaşım ilkeleriyle birçok ideolojinin boy gösterdiği büyük bir düşünsel varsıllık ortaya koymaktadır.
Ne var ki, 21. Yüzyıla ayak bastığımızda, inançlar; ırksal, kültürel aidiyetler, küresel egemenliği ele geçirmeyi amaçlayan çıkar çevrelerince birer bölücü silah olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yeryüzü kaynaklarına karşı büyük bir iştah besleyen bu güçler, herhangi bir ideolojik gelecek kurgusu gütmeden yalnızca ele geçirme, yayılma peşinde birçok coğrafyada arada bir yayılan, ama genellikle sonu hiç gelmeyen bölgesel savaşlar çıkarmaktadırlar. Böylelikle doğal canlılığın yok olması tehdidi, insanlık bilincinin bir umutsuzluk burgacı içinde boyun eğme duygusuna, yılgınlığa kapılması, bu yeni iktidar sahiplerinin bir başka etkili silahı olarak belirmektedir. Aynı çıkar odaklarının uluslararası, sanat fuarlarını, bienalleri, çevre ve mekân düzenlemelerini kullanarak sanatı da bir tanıtım aracı edinerek umutsuzluğu yaygınlaştırmaya giriştiğini izlemekteyiz. Belki de ideoloji yoksunluğuyla içine gittikçe gömüldüğümüz yalnızlığı, umutsuzluğu bir ideolojiye dönüştürmek bu kumpasın başlıca sürdürülebilir hedefi yapılmak isteniyor. Güce tapan; dahası kaba güce tutkunluk ölçüsünde biat edenlerin sayısı durmadan artıyor. Kaba güç tutkunlarının kurgulama yetilerini yitirdikleri apaçık bir gerçektir. Çünkü onlar geleceklerinin güçlü birilerince düzenlendiğine inanırlar.
Sanatın bir ideolojisi vardır. Hiçbir gelecek kurgusu içermeyen sunumlar sanat çalışması sayılamaz. İşte bu nedenle, “gerçek ötesi” diye tanımlanan yaşanmakta olan şu zaman boyutunda bize sanat etkinliği olarak sunulan kurguları ihtiyatla karşılamak zorundayız. Çünkü yapıt da, sanatçı da süre gideni olumlamaz. Yaşam, dediğimiz sürüklenişi, “Bu böyle gitmez!”, diye karşılar. Sanatın akıp giden yaşam için ‘değillemelerle’ karşı çıkışları sanatsal yaratımın ideolojisini oluşturur. Çünkü sanatsal yaratım girişimleri, tüm doğal canlılık için yaşanmaya değer bir yeryüzünü sonsuz bir gelecek için biçimlemektir.
Sanat biçimlendirmelerinin bu kavrayışı, onu birer yapıt olarak yaşama geçiren sanatçının birçok tepkiyi, cezalandırmayı, yoksunluğu, karşılaşacağı haksızlıkları göze almasını zorunlu kılar. Bu yüreklilik sanatçının yaşam biçimidir.
Romantik bilim-kurgu filmlerin yönetmeni Tarkovsky, tam bu nedenle, “Yaşam kusursuz olsaydı sanat olmazdı”, demişti.
Yapıtta, yazında olsun, resimde olsun ya da ezgilerde olsun boşluklar vardır. Bu boşluklar sanatçının içinden geçirip de izleyiciye, okuyucusuna, dinleyicisine iletmediği; sanatseverin yapıtla bütünleşerek tamamlamasını beklediği anlatım unsurlarının yerleridir. Sözün tamamı söylenmemişse, bu bırakılan boşluklar sanatseverin düş gücüne duyulan saygının, güvenin belgesidirler. Ayrıntılar elbette önemlidir ama yapıt sanatseverin katkılarıyla kanatlanırcasına yeni düşlere dokunmaya uzanacaktır. Britanyalı yazar David Constantine, yazı dilinin kimi hikâye ya da kurgudan da önemli olabileceğini söyler. Kurgu, aslında tam cümleyi kurarken yapılmaya başlanır. (….) Bir öykünün başı, ortası, sonu olması bugünün anlatımında pek geçerli olmadığını (*); hele sonuç bölümünün tamamen okuyucuya bırakılmasının en doğrusu olacağını belirten Constantine, iyi bir kısa öykünün söylenmemiş çok şey bıraktığını belirtir.(**)
Sevgili arkadaşım Kaya Özsezgin aramızdan ayrılmadan epey önce bana Francois Cheng’ten çevirdiği, “Uzakdoğu Estetik Düşüncesinde Boşluk-Doluluk Duyumsaması” adlı kitabını göndermişti. Bu çeviri konusunda yazdığım denemenin bütününü sizlere ilk fırsatta sunmak istiyorum. Böylelikle, kayıplarımız durmadan artarken, Münir Özkul, Aydın Boysan’ın ardından, onların yaratıcılıkları anısına saygı ve ibretle eğilirken, Sevgili Özsezgin’i de anmış olacağım. Şimdi Özsezgin’in çevirisiyle, resim sanatında boşluk duygusunu tartışmaya açan bu Cheng kitabından kısa bir alıntı yaparak bu görevi yerine getiriyorum:
‘’Donald Kuspit, François Cheng’le sanki bir zihinsel iletişim kuruyor. Doğuyla Batının estetik anlayışta buluşmalarına tanık oluyoruz. Kuspit, kitabının “Bilinçdışı Kültürün Çöküşü’’ başlıklı bölümünde, modern sanatın Romantizm döneminde bilinçdışının ayırtına varılmasıyla başladığını anlatıyor. Bunu yaparken de Baudelaire’in “1846 Salonu” adlı denemesinden alıntılar yapmış: “Romantizm ne konu seçimi ne de tam doğruluk üstüne kurulmuştur; Romantizmi tanımlayan şey, duygu biçimidir. Romantikler bu duyguyu kendilerinin dışında aramış, ama içlerinde bulmuşlardır.” diyen Baudelaire, yazarın belirttiği gibi, ileri görüşlülüğü ile modern sanat yüzyılına damgasını vurmuştur. Duchamp’ın yok etmek istediği, işte bu geçmişten gelen; Romantizmin Moderniteye aktardığı insanlık birikimidir. Kuspit bu tasfiyeciliğin düzeysizliğini saptadığı için; imgelemi yok etmeye kalkışan bu sıradanlığı, ‘postmodern sanat’ olarak adlandırmak yerine “postsanat” diye nitelemektedir.
Cheng de, resimde ‘boşluk’ imgesini açıklarken, yaşamın içinde gelişen iki esin odağından söz ediyor. Yang, etken bir güçle doludur; Yin ise, olağanüstü yumuşak bir alım gücü taşır. Bu iki dirimsel esinin karşılıklı etkileşimi; kadınla erkek ya da gökyüzüyle toprak örneklerinde olduğu gibidir. Yaşanılan an, evrensel boşluktan edinilen imgeleri yepyeni ve olgun birer algılamayla, biçimlendirme tutkusuna dönüştürür. Bu bilinçdışı tutku, dopdolu kavrayışıyla içimizin derinliklerinde gizlediğimiz öznel boşluğumuza yönelecek, anlamı yakalayacaktır.”(***)
“Lafın tamamı dış çevreyi, olguları, olayları anlamlandıramayanlara söylenir!” derler ya… Düş gücünü yitirmiş, yalnızca gördüğünü izlemekle yetinen, yalnızca görebildiğine inanan; görselliğin büyüsüne kapılarak düş kurmaktan vazgeçen kuşaklar yer küreyi kuşatmadan sanat yaratımının ne olduğunu gençlerimize yeniden anlatmalıyız.’’
(*)- Bizim yazın derslerimizde, anlatım düzenlemesi, giriş, gelişme, sonuç bölümleri,
diye anlatılırdı. Önce Felsefe öğretmenim Belkıs Hanım, Edebiyat öğretmenim Ülkü
Hanım böyle bir yazma planının geçersizliğini bize anlatmışlar, okumamız için
Kitaplar önermişlerdi. Bu öğretmenlerimi saygıyla, sevgiyle anıyorum.
Ardından, okuduğum örnekler çoğalınca, intihalcileri, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi
olanları, kopyala-yapıştırıcıları tanımaya başladım. Yarışmaların ve ödüllerin birer
değer ölçütü olmadığını anladım. “Nobel” in de façası uluslararası siyasetle sonra-
dan kirlendi.
(**)- Özkan Ali Bozdemir, “Midland Otelinde Çay” D. Constantine, Çev. Aylin Ülçer
Notos Kitap-344 Sayfa- Cum-Kitap- 04/Ocak/ 2018 – Sayı 1455
(***) (1)-François Cheng,”Boşluk ve Doluluk-Çin Resim Sanatının Anlatım Biçimi”
”Çeviri:Kaya Özsezgin, İmge Yayınları. 2006.
(2)- “Sanatın Sonu, Donald Kuspit,
Yasemin Tezgiden. Metis Yayınları-2006