BOŞLUĞA YAZMAK
Uyandım. Bütün eklemlerim kilitlenmişti sanki. Evde yalnız olduğumun neden sonra ayırtına vardım. İkinci kez evlendiğimde kendimi öyle bir sevda çemberi içinde görüyordum ki, o büyülenmişliği anlatamam. Tüm geçmişimi silmek istiyordum. Karşılaştığım bu genç kadın, iri elleriyle beni yakaladığı gibi yepyeni bir geleceğe sürüklüyordu. Her an bana dokunuyor, parmaklarını omzuma, elime kenetlemeden yapamıyordu. Bir duyu olarak dokunmayı bana anımsatmasını, bir sevişme çağrısı olarak algılıyor, kucaklanışımı kıvançla özümsüyordum. Onunla sonsuza dek birlikte yaşamayı gönülden istiyordum. İşte bu koşulsuz teslimiyetim, sevdiğim o kadınca karşılıksız bırakılır olmuştu. Çılgınca, tutkulu, alabildiğine sakınmasız sevgi gösterilerimi, artık geri çeviriyordu. Bütün parasal sunumlarımı, verdiğim armağanları küçümsemeye başlamıştı. Üç yıl içinde bütün düş sona ermişti. Direnmek istedim. Aşkımızın ne denli büyük olduğunu anlatmaya çalıştım. Beceremedim. O iri elli kadın, bilmem ki, pençesini daha başka kimlere geçirmek için, benden uzaklaşmıştı. Çekip gitmişti. Ona kızgındım. Ama geri dönerse kollarımı sonuna kadar açarak onu karşılayacağımı biliyordum. Bu durumu alın yazım sayıyordum.
Gözlerimi, soğuk odamın penceresinden içeri dolan gri aydınlığa açtığım o erken saatte, kollarım iki yanımda kucaklayabileceğim bir beden aramıştı. Bu evin başka bir ev, yatağın da tek kişilik bir somya olduğunu ayırtına varmıştım, ama içime sindirememiştim. Yapayalnızdım. İlk evliliğimde mutlu olduğum anlar, işte böyle bir başıma kaldığım zamanlarda gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiverince, orta yaşlarını aşmış benim gibi bir adamın, başında kavak yelleri estirerek ortalıkta dolaşmasının utancı altında ezilirim. Ardından da, yazdığım her satır, elimde olmadan kendimi yerin dibine geçirdiğim itiraflara dönüşür..
Ortalığı kaplayıp, her şeyi çürüme öncesi pis bir yumuşaklığa uğratan şu nemli Nisan sabahında kendime gelmek oldukça güç işti. Her yanım kaskatı tutulduğu için uzun süre yatağımdan çıkamadım. Birlikte iki çocuk yetiştirdiğimiz eski eşim, yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle gözümün önüne geldi. Kızımızı da, oğlumuzu da her gittiğimiz yere götürürdük. Onları ta küçüklüklerinden başlayarak hiç yanımızdan ayırmazdık. Kızım işi gereği Batı ülkelerinde yaşıyor. O hiç değilse arada bir beni arar. Ama oğlum, hele o kadınla evlenmemden sonra bana bir kez olsun telefon bile etmedi. Ben aradığım zaman genellikle toplantıda olduğunu ya da dışarıya çıktığını söyletir. Yüreğimin üstüne büyük bir ağırlığın çökmesiyle birlikte ikisini de ne denli çok özlediğimi anladım. Bedenimin her gözeneğinden bir anda ter boşandı.
Bir şeylerden kaçarcasına fırladım kalktım. Pek de sıcak olmayan suyun altına girdim. Sırrı dökülmüş aynada, havluya sarınmış görüntüme baktım. Gözlerimin altındaki torbalar dün gece biraz çokça içtiğimden iyice sarkmış, kırçıl sakallarım yüzüme o irkiltici solgunluğu bir damga gibi yerleştirmişti. Kefenine sarınmış, öylece yürüyen bir ölüyü andırıyordum. Kurulanıp, tıraş da olunca kendime güvenim az da olsa yerine geldi. Perdeleri, pencereyi açtım. Önümdeki küçük bahçedeki ağaçların yaprakları, toprak geceki yağmurla iyice ıslanmış, mis gibi kokuyordu. O pus, ağır bir bulut olup, bu tepenin üstüne çöreklenmişti. Terk edilince Ayaspaşa’daki evimden ayrılarak, Sarıyer sırtlarındaki bu sitede kiraladığım küçük daireye taşınmıştım. Kent merkezinde oturmak neye yarayacaktı ki. Ne halimi soran biri vardı, ne de içimi dökeceğim bir dost. ‘Evim’, diyebileceğim bir yer de kalmamıştı. Elimde ne varsa, iki kadının arasında pay ederek, sanki bir yükten kurtulmuştum. Onlara borçlu değildim. Ama daha ne isterlerse onlara vermeye çalışacağımı biliyordum. Çünkü ikisine karşı suçluluk duygularıyla dopdoluydum.
Daha düne kadar, her yazdığım deneme okunur, yayımlayacağım kitap beklenir, yazdıklarım üstüne yorumlara girişilirdi. Sonra ne olmuştu da her şey değişime uğramıştı? Uçsuz bucaksız bir deniz sanki bir anda suları çekilerek tükenmişti. Limanları artık ıpıssızdı; ulaşılmaz limanlardı artık o kentler; bundan böyle oralardan yolculuklara çıkan kimse olmayacaktı. Bütün o limanlar da kimliklerini yitirmişler; benim gibi terk edilmişlerdi. Gerçekten çevremde hiç kimse kalmamıştı. Ülkenin doğusunu, Güneydoğu’yu kasıp kavuran savaş, Ortadoğu’nun bir kan gölüne dönüşmesi; yeryüzünün geçmişten bugüne dek yaşadığı en büyük göç dalgası yüzünden Ege’nin, Akdeniz’in sığınmacılar için birer ölüm denizine dönüşmesi; bu ortamda her konuda yeryüzü egemenliğini ele geçiren bir cehaletin, bilginin, erdemin yerini alması, bunaltıcı bir karabasan değil miydi? Olgular, olaylar yağmuru böylesine indirirken, ben bitip tükenmez gönül serüvenlerimle uğraşıyordum. Üstelik içine gömüldüğüm yalnızlık yüzünden haksızlığa uğradığıma da inanıyordum.
Yatağımı şöyle bir düzelttim. Yastığımı havalandırmak için uğraşmak bile beni zorladı. Soluğum tıkanır gibi oldu.
Bu eve telefon bağlatmamıştım. Cep telefonumun son günlere dek borçlarını ödemiştim ama beni arayan soran olmadığına göre, iletişim olanaklarımın ne durumda olduğu pek de önemli değildi. Hiçbir arayanımın kalmaması; kendimi unutturmam, daha iyi olmayacak mıydı?
Odadaki görünüm içler acısıydı:
Başucumda büyük bir boşluk, yerde, dün gece yarısını içtiğim bir şişe su. Perdeler, doğan günün ilk ışımasıyla bile baş edemeyeceklerinden hepten gereksiz birer bez parçası gibi tavanda asılı kalmış. Karşı duvara kapağı dayanmış, içindekilerin dışarıya taştığı bir bavul. Küçük bir masanın iki yanındaki sandalyelerin üstüne savurarak atmış olduğum giysilerim.
Dün bu dağınıklığıma bir son vermek için biraz alış-veriş yapmıştım. Elden-ayaktan kesilmeden kendime biraz özen göstermenin doğru olacağını düşünmüştüm. Hemen çayımı demledim. On yumurtadan üçünü, yağı kızdırdığım tavaya doğradığım maydanozların üstüne kırdım. Maydanozları pek baştan savma yıkadığımı biliyordum. İyice acıkmıştım. Bu arada ekmeğin yarısını, berbat bir eritme peynir parçasıyla birlikte mideme indirmiştim.
Evdeki tek fincana ikinci çayımı doldurduktan sonra, beni masanın üstünde çantasında bekleyen bilgisayarıma uzandım. Neredeyse üç haftadır el süremediğim için yarım kalan bir öyküydü açtığım metin. İki sayfa boyunca anlatımın nereye uzanacağı kestirilmiş değildi. Noktasını bile koyamadığım son tümceleri okudum,
Kendimle konuşuyordum: “Ünal be, “ diyordum, “ Yazarlar, köşe-bucak saklarlar varlıklarını; okuyucudan gizlenerek kalem oynatırlar. Sana gelince, hele şu son öykülerinde sürekli kendini anlattığın apaçık ortada!”
“Ama “, diye karşılık veriyordum kendime, “ Ben kendimi hiç sevmem ki.. İşte bunun için, yazarken soluk alıp vermeye başlayan kahramanlarım aracılığıyla yaşamdan da, kendimden de kaçmaya çalışırım. Öykülerimde yarattığım bunca kişinin arkasına bütün şu uğraşıma karşın yine de gizlenemiyorsam yazıklar olsun bana!”
Söylenenler doğruydu. Benim tutkularım bile eskimişti. Bu çağın biçime ve hıza düşkünlüğü, kendini sürekli yenileyen her şeye yer açıyor, yol veriyordu. Kendini sürekli yenilemekle biçim bulan bu zaman diliminde, kaygılara, sevdalara, içten bağlılıklara yer yoktu. Parmaklarım kendi başına klavyenin üstünde dolaşmaya başlamıştı:
“Şu eskimesini sürdüren, yaşlı bedeninden sıyrılıp çıkmalıydı. Anılarıyla yaşamak çok acı bir cezalandırmaydı onun için. Ne var ki, kimseye yepyeni hazlara yönelerek ya da ölmek için yaşamak, diye seçenekler sunulmuyordu. Sürüklenişti bunlar. İkisi de aynı boşluğa açılan kapılardı. “
Artık hiçbir şey yazmak istemiyordum. Bir iki sözcükle bile olsa bir betimlemeye girişsen, bunca saplantılı bu çevrede duyulmaz da, okunmaz da. Üstelik de sorarlar, ‘ Bu neyin hikâyesini anlatıyor yahu?’ Her anlatımın, bir öznelliği, bir mahremiyeti parçalara ayırarak, kalabalıkların didikleyen bakışlarına sunması gerekiyormuş gibi o korkunç dikizcilik her an tetiktedir. Çocuklar için yazılan yeni masallar bile çok değişti. İnsanın, daha doğar doğmaz yaşamı kucaklamayı değil de, ölümü kanıksamayı öğrendiğine inanacağım neredeyse. 6/Mayıs/2016