Günümüzün anlatımında gerçekliğin vurgulanması adına yapılan şey, olguların aynı anın daracık hücresi içinde üst üste yığılması marifetidir. Bu aldatmacaya girişmek için zamanın olmadığı bir boyutta geziniyormuş gibi davranmak, çaresiz kalınınca göze alınan başlıca cambazlıklardan biridir. Çağdaş romanın öğelerinden, anakronizm, bilinçaltı akımı, iç sesle sürüp giden, önüne kattığını sürükleyen bir ırmağı anımsatan anlatım, bugün, yaşanılanı ya da kurgulananı dile dökmek yerine, yazınsallıktan koparılan bir gerçekliği, yoğunlaştırılmış katı parçacıklara bölmek için kullanılır olmuştur. Gündelik yaşantının bile böylesine fragmanlara bölünmesi, okuyucuyu, izleyiciyi ilk anda, gözden kaçırılan ayrıntıları yakaladığına inandırarak büyülese de, onu gittikçe bilinçsiz bir kolaycılığın içine sürükleyerek düşünme, kurgulama yetisinden yoksun bırakmaktadır. Okur, formüllere dayalı bir anlatım yapısına koşullandırıldığında, düş gücüyle adım atamayacağına; kendisinin herhangi bir kurgulama yeteneğinin, yorum yapma yetkisinin olmadığına inanmaya başlar. Oysa bir sanat biçimlendirmesinin sanatseverce paylaşılması, o yapıta çağrışımlarla, kışkırtılan yepyeni imgelerle olağanüstü bir evrensel varsıllık yaratır. Ne var ki, düşlemeyi yorucu ve boşuna bir gayret saymaya başlayan okur, artık olgu-olay örgüsünün dışına çıkamayıp, tüm düşsel, düşünsel etkinlikleri kendisinin yerine yeryüzü egemeni olan gücün masalcılarının yapmasını istiyor. Sanki yapıtın yanında bir kullanma kılavuzu vermek gerekiyor. Görme duyusu çok önem kazanınca, yazılı anlatımın ya sinemaya aktarılması, ya da internette görsel betimlemelerle özetlenmesi beklenmeye başlandı.
Bireyin öne çıkarılması savları ise, büyük bir aldatmaca değil midir? Çünkü uzamla zaman yok edildiğinde, bireyselliğin üstü, bireyci bencilliğin dert yanan o verimsiz toprağıyla örtülür. Birey de, korkunç bir terk edilmişliğin içinde durmadan mızıldanan garip bir yaratığa dönüştürülmüş olur. Niteliğin boş verildiği bu ortamda, eski deyimle “roman kahramanlarının” yerini, nicelik sıralamasına göre tek “kahraman” alır; o da paradır. Bütün sanat, bilim, barış ödülleri, bu akçalı düzen içinde anlamlarını, amaçlarını yavaşça yitirirler.
Tanıtımı pompalayan para gücü, bütün iletilerini sanat etkinliği adı altında yapmaya başlar; tüketimi azgınlık haline getirdiği için yadsınamayan bir yoz kültürü böylelikle bilinçlere yerleştirir. Güncel sıradanlığın ikonlarıyla bunların yan ürünleri, yatırımcı ve “destekleyici” için birer kazanç kaynağıdır artık. Kitapevleri, sonradan editör kesilen sermayedarın seçtiği raf ömrü kısa, ‘en çok satan’ etiketli kitaplar doldurulunca, önce şiir ölmüştür. Aslında, şiirsellik ve öznellik yaşantımızdan çok önceleri silindiğinden, şiirin yok oluşunu bugün pek umursamıyoruz.
Değerli düşünür, deneme yazarı, eğitmen, çevirmen Ahmet Cemal’in yazınımıza aydınlanmacı düşünsel katkısı çok önemlidir; çalışmaları, öykünmelerin özgün olan karşısında tutunamayacağının söylemini oluştururlar. Yıllardır büyük emek vererek Türkçeye kazandırdığı yapıtları okudukça, onun çevirisini yaptığı bu kitapları, bir sanat tarihçisi özeniyle seçtiğine iyice inandım. George Lukàcs’ın “Marksist Estetik”, Schiller, Goethe, Nietzche, R. M. Rilke, İngeborg Bachman, Elias Canetti, Kafka, W. Benjamin
(Pasajlar), Ernst Fischer, Remarque, Zweig, Joseph Beuys, E.H. Gombrich, Mánes Sperber (Parçalanmış Gerçeklik), K. Hamsun, P. Celan, Robert Musil. Hermann Broch çevirileri, bu çalışmaların yayıldığı süre; çoğunun hiçbir yayıneviyle anlaşma yapmadan giriştiği zorlu işler olması, yazarın çevirmenliği nasıl da bir yaşam biçimi edindiğinin göstergesidir. Ahmet Cemal, Anadolu Üniversitesinde verdiği Çevirmenlik Derslerinin bir eylemli çalışmasıymışçasına, çevirilerinde hem yazara, hem de okura duyduğu saygıyı her satırda öne çıkararak, yazarın biçemini, yapıtın biçimini Türkçede yeniden canlandırmak için uğraşmış, böylece öğrencilerine de örnek olmuştur.
Avusturyalı yazar, şair, felsefeci Hermann Broch’un (1886-1951) “Vergilius’un Ölümü” romanı, uluslararası yazın çevrelerinde ‘çevirisi yapılamaz”, diye anılan bir metin. Bugüne dek ancak yedi dile çevrilmiş. Romanın ilk tümcesinin neredeyse yarım sayfa tuttuğunu düşünürsek, okunması da güçlüklerle dolu.
Kitaba “Bir Çevirinin Hikâyesi” başlığıyla yazdığı önsözde Ahmet Cemal iyice arı bir içtenlikle “eleştirel akla” ulaşırken izlediği yolu da anlatır. Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra, geçimini sağlamak için bol gelir getirecek avukatlık mesleğinin yerine, en az ücrete değer bulunan yeminli çevirmenliği seçerek, noterliklerin loş arka odalarında, eski daktiloların başında bu işe başladığını dile getirir. Yetmişli yılların başında Goethe, Schiller çevirileri özgürlüğünün ilk adımları olur. ‘Vergilius’un Ölümü”nün çevirisini yapmaya 1972 yılında başlarken duygularını, tedirginliğini şöyle dile getirir:
“Vergilius’un Ölümü” romanıyla o çevirmenlik yıllarımın hemen başında tanıştım. Romanın ilk bölümünde yer alan ve Latin şairi Vergilius’u tasvir eden şu pasajı okuduğumda o roman artık benim kaderim olmuştu: “…., yeryüzü hayatının huzurunu seven biriydi; toprağa bağlı bir toplumda geçecek, sade ve güven dolu bir ömre uygun bir insan; kökleri gereği yerleşip kalmasına izin verilmiş, dahası yerleşmeye zorlanmış biri; aynı zamanda da, daha yüce bir kader gereği, yurdundan ne kopabilmiş, ne de orada kalabilmiş biri; bu kader onu ötelere, toplumun dışına sürüklemiş, kalabalıklar içerisinde düşünülebilecek en çıplak, en kötü, en vahşi yalnızlığın içine atmıştı; onu kökeninin yalınlığından koparmış, uçsuz bucaksızlığa, gittikçe büyüyen bir çeşitliliğe doğru kovalamıştı; böylece büyüyen, sınırsızlığa açılan, sadece gerçek hayat ile arasındaki uzaklık olmuştu; evet gerçekten de yalnızca bu uzaklıktı büyüyen: Vergilius, hep kendi tarlalarının sınırlarında gezinmiş, kendi hayatının sınır boylarında kalmıştı; huzur nedir bilmeyen bir insan; ölümden kaçarken ölümü arayan, eser vermek isterken eserden kaçan biri; bir âşık, ama hep kovalanmaya yargılı, gerek iç gerekse dış dünyanın tutkuları arasında yolunu kaybetmiş, kendi hayatına sadece konuk olabilmiş biri…’ Bu satırlardaki kişi, benim için bir öteki-ben değil miydi? Sevgiden yoksun bir çocukluk döneminde, sade ve güven dolu bir hayatı, sırf çocuk olmam nedeniyle hak ettiğim bir hayatı aramamış mıydım? O kader tıpkı Vergilius gibi beni de kökenimin hep özlemini çektiğim yalınlığından koparıp uçsuz bucaksızlığa, bilinmeyenin ülkesine, gittikçe büyüyen, sınırsızlığa açılan, korkutucu bir çeşitliliğe doğru kovalamamış mıydı?(………….) Ben de o zamana kadar kendi tarlalarımın sınırlarında gezinebilmiş, ama o toprağı bir türlü gönlümce ekememiş biri değil miydim? Her zaman kendi hayatımın sınır boylarında, benim olmasını istediğim, ama asla benim olmasına izin verilmemiş bütün hayatların sınır boylarında dolanıp durmamış mıydım?
Bundan kırk yıl önce “Vergilius’un Ölümü’nü benim için neredeyse bir tür kader kılan düşünceler, işte bunlardı.”
Ahmet Cemal bundan kırk yıl önce, bu düzeydeki bir dil anıtını çevirmeye yetecek denli birikime, Almanca ile Türkçeyi bir kültür dili olarak kullanma ustalığına ve bilgisine sahip olmadığını düşünmesine karşın, bu çalışmayı ertelemedi. Bu konuda şöyle der: “….öyle bir çalışma içinde olduğumu bu kadar uzun süre içinde en yakınlarıma bile açmadım. Çünkü “Vergilius’un Ölümü” benim hayatımın neredeyse en özel, en mahrem alanıydı; yalnızca ve yalnızca bana aitti. Onu yalnızca kendim için çevirdim. (….) Bu çeviri çalışmamın bitmesini hiç istemedim (…) Eserleriyle halâ Roma antik çağının en büyük şairi sayılan Publius Vergilius Maro’nun (M.Ö. 70-19) bu romanda Hermann Broch’un kalemiyle dile getirilen, sanatla, sanatçılıkla, sanat eseriyle bir ömür boyu sürmüş hesaplaşması, ve savaşımı, bir direniş modeli olarak benim hayatıma da geçti, daha doğrusu hayatımın örgüsüne yerleşti.(…….) Ayrıca, insanların büyük çoğunluğunun ölümden anlamsızca korktukları bir dünyada, ölüm olgusuyla derinliğine ve düşünce düzleminde hesaplaşmaksızın hayatın da yeterince değerlendirilemeyeceğine hep son derece önemsediğim bilgiyi de bu romana borçluyum.”
Şair, Atina’dan Augustus’un buyruğuyla ve onunla birlikte ayrılmaktan bin pişmandır. Brendisium limanına gemiler bağlanırken hastalığı iyice ağırlaşmış, yürüyemeyecek haldedir. Roman, bu andan başlayarak, Vergilius’un, ertesi gün öğleden sonra Sezar Augustus’un sarayında ölümüne kadar, o on sekiz saati anlatır. Anlatımı üçüncü kişinin üstlenmesine karşın, Vergilius’un kendi kendine konuşan iç sesi okuyucuyla bağlantıyı beklenen sona kadar hiç kesmez. Bu ses, onları Brendisium’a taşıyan gemilerdeki forsalardan, kölelikten söz eder. Tahtırevanla saraya götürülürken kentli halkın yoksulluğunu ve İmparator onuruna dağıtılan bedava şarap için birbirini çiğneyen sefih durumunu izler. Yönetimi ele geçiren bundan önceki ve şimdiki Sezar için yazdığı mersiyeler, övgüler, artık ona birer yalakalık söylemi olarak görünmektedir. Yaşamın ahlâk açısından doğruluğuna, sanatın yerindeliğine, şiirin yaşama katkısının ne olduğuna ilişkin acımasız bir sorgulamayla anlatım sürer. Onu limandan saraya değin izleyen, yeni İmparatoru karşılayan esrik kalabalıktan korunması için yol gösteren küçük oğlan, kıvırcık saçlarıyla çocuk Vergilius’un ta kendisi değil midir? Son yapıtı ‘Aeneis Destanı’ yanından ayırmadığı torbasındadır; bu torbayı adı Lysanias olan bu çocuktan başkasına emanet edememiştir. Destan, Troya yakılıp yıkıldıktan sonra Aeneas’ın İtalya’ya dönüş yolculuğunu anlatmaktadır. Aeneis Destanı’ nın yetersizliğini; bir öykünmeden öteye geçemediğini düşünmeye başlayan Vergilius, elyazması ruloları yakmaya karar vermiştir. H. Broch şairi şöyle konuşturur:
“ …..ah evet, o insan ki, gülümsemesinde her şeye rağmen tanrısal bir yan vardı ve bu sayede insan, o gülümseme aracılığıyla yanı başındaki ruhu, hemen yanı başındaki insanı tanrısal bir varlık olarak kavrayabiliyordu- insandan insana iletişim denilen, gülümseme olgusundan insana özgü bir dilin doğması diye nitelendirilen, işte buydu. Ama buna dair hiçbir şey yazılmamıştı, onun yerine Homeros örneğinin ancak şöyle böyle başarıldığı söylenebilecek, basmakalıp bir kopyası meydana gelmişti, ve bu bomboş bir hiçti, Homeros’un üslubunu taşıyan tanrılarla ve kahramanlarla doldurulmuştu, ve bunların gerçeklikten yoksunluğuyla karşılaştırıldığında, Aenas’ın şimdi karşımda oturan torununun (Sezar Augustus-Z.G:) yorgunluğu bile bir güçlülük anlamına geliyordu-….” (Sayfa:314) (1)
Ahmet Cemal’in uzun yıllara yaydığı bir başka çalışması da, Robert Musil’in “Niteliksiz Adam” ciltleridir. Romanın ikinci cildinden yıllar sonra üçüncü cildinin çevirisinin tamamlandığını duymak beni sevindirdi. İlk iki kitabı notlar alarak okuduğum için okuma serüvenimde bir kopukluk yaşamayacağımın düşünürken, dördüncü cildin yayımlanmasını sabırsızlıkla beklediğimi belirtirken; Lucáks’ın “Marksist Estetiğinin dördüncü cildine ne zaman kavuşacağımızı merak etmekteyim.
Robert Musil (1880-1942), Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılmasının yaklaştığı dönemleri konu alarak başlayan “Niteliksiz Adam” romanında anlatımını, bir çağın kapandığını, bir başka zaman diliminin kapısının aralandığını sezmenin tedirginliği ile gürüldeyen bir ırmak gibi sürdürür. Duyarlı bir okuyucu, Ahmet Cemal’in yapıtı aslına uygun biçimde Türkçeye kazandırmasıyla gönenirken, diğer yandan bu çeviriyle dilimizin ne denli görkemle daha da varsıllaştığını görerek kıvanç duyar. Romanda Ulrich, donandığı tüm niteliklere karşın, bir ayağıyla geçmişte kalarak monarşinin geleneklerine basarken, diğer ayağıyla yeniçağda adımlar atmak isteyen biridir. Savaşlara sürüklenen Avrupalı aydını temsil eder. Bu iki arada kalma durumu, onu kararsız kılmaktan öte, verimsiz, güvensiz, eylemsiz bir duruma sokmuştur. Musil’in bu geçiş dönemini yaşayan kadınları, kötü evlilikler yapmış, mutsuz, cinsel baskı altında tatminsiz kişilerdir. Romanın kişileri, aynı bugünün insanları gibi çok saçma düzenleme ve kurgulara bel bağlarlar, bu saplantılarla aristokrat devleti ve geleceklerini kurtarabileceklerini umut ederler. “Sonsuz Eylem Planı” adını verdikleri, bir tasarı çevresinde, ne amaçla bir araya gelindiği anlaşılmayan; askeri, politik, aristokrat çevreden birçok kişinin katıldığı toplantılarda yiyip içerler; buluşur sevişirler… “Niteliksiz Adam”ın anlatımına tanrıların tanrısı Zeus’un ruhu sinmiştir. Zeus onca gücüne karşın, engelleyemediği tutkularının, cinsel hazların peşinde savrulurken gittiği her yer bir sürgüne dönüşmüş, Olympos yamaçlarına uğrayamaz olmuştur. Bir kuğuya dönüşerek Leda’ya tecavüzü; Miken kralının evli kızını onun kocasının görünümüne bürünerek iğfal etmesi, ürpertici korku öykülerine benzer.
Dante Alighieri’ye (1265-1321), ‘La Divina Comedya’nın Cehenneminde yol gösteren Vergilius’tur. Vergilius nasıl köklerinden koparılmış bir toprak adamı ise, Dante de siyaseten ve yapıtlarıyla hem kilise tarafından, hem de aristokratlarca suçlanmış, öldürülmeye çalışılmış bir sürgündür. Hermann Broch Nazilerce kovalanmış bir yazar, Robert Musil de aynı savaşın cehennemî cephelerine sürgün edilmiş; kullandıkları kültür dili Almancanın dışında yazamadıkları için, W. Benjamin, Brecht, S. Zweig ve niceleri gibi, kitapları okunmamaya yargılı kılınarak yayımlanmamış, böylelikle başka bir yokluğun içinde terk edilmiş direnişçilerdir. Yaratarak, düşleyerek direnmeyi umutla sürdürdükleri gibi; ölümlerine de anlam yüklemekle yeryüzünün birikimini ve canlılığını kucaklayarak perdeyi kapatmışlardır. Ahmet Cemal’in Broch’u 40 yıl boyunca bir direniş modeli olarak benimsemesi çok yerinde bir seçim olmuştur. Çünkü bugün sanatın, sanat yapıtının sorgulanması, yeryüzü canlılığının geleceğini barış içinde kurgulamak amacıyla bir ilk adım olacaktır. Çünkü klonlanmışçasına kişiliksizliğe, tek-tipliğe doğru evrilmekteyiz. Gittikçe insanlığı bilinçsizliğe ve düşün yokluğuna sürükleyen; dayatmalarla, yanılsamayı, göz boyamayı sanat olarak sunan para gücüne “Dur”, demenin zamanıdır. (2)
Zamandan, gecikmekten söz ederken Enis Batur’un kaleme aldığı bir anısını anımsadım: Ahmet Cemal’in “Vergilius’un Ölümünü” çevirmeye başladığı 1972’de, Batur’un, “Niteliksiz Adam”ı okumaya karar verdiğini Bilge Karasu’ya söylemesi üstüne :“ Daha erken,” demiş Karasu. “Ne yani,” diye karşılık veren Enis Batur, “Bu kitabı anlamak için yeterli olmadığımı mı söylemek istiyorsunuz?” deyince, Bilge Karasu bütün içtenliğiyle, “Hayır”, demiş, “her kitabın bir okunma yaşı vardır da ondan…” Enis Batur, bu yanıtı, tekrar okumalara giriştikten hiç gücendirici bulmadığını açıklıyor zaten…
Ahmet Cemal, romanı yazıldığı özgün dilinden Türkçeye aktardığı 40 yıl içinde yaş alırken, biz okuma olgunluğu yaşımıza eriştiğimizde o kitabı, çevirmenin güzel Türkçesinden okuduğumuzda daha da olgunlaştık. 1947’liyim. ’68 yıllarından başlayarak bizim kuşak, hepimiz kendi çapında birer Zeus idik; iyi ahlâklı, masum baş tanrılardık; dünya ülkelerinin bağımsızlığıyla eğitimde eşitlikten, özgürlüklerden başka istekleri olmayan birer Zeus… Bugünün gençlerinin yeniden ülke sorunlarıyla ilgilenmeye başlamaları, üstümüzdeki buhurdanlıklarıyla öd ağacı kokusu yayan ölü toprağından sıyrılacağımız umudunu, dahası muştusunu veriyor…
Bu söyleşimize son noktayı koymadan önce aynı bağlamda sözünü etmek istediğim iki ırmak anlatım daha var:
Bunların ilki: “Direnmenin Estetiği”. Şair, tiyatro kuramcısı, oyun ve roman yazarı, tiyatro-film yönetmeni, ressam, felsefeci Peter Weiss’in (1916-1982) romanı. Bu yazar da ikinci Büyük Savaş sırasında yerinden-yurdundan edilen sürgünlerdendir. Yeryüzünün çok uzak coğrafyalarında, birbirinden yüzyıllarca başka zaman dilimlerinde yaşanmış, oluşturulmuş kültür, sanat, bilgi birikimleri, yönlendirici kolajlar olarak anlatıma sindirilmiş. Okudukça bu birikimden insanlığın ders çıkaramamasının; yirminci yüzyılın o iki büyük didişmesinden sonra, günümüzde de cana kıymaların, yargısız infazların, soykırımların sürdürülüyor olmasının, yüreğe acı salan büyük utancına kapılıyorsunuz.
“Direnmenin Estetiği”nin 820 sayfasının hiçbirinde yer almayan “direnme” sözcüğü, yalnızca kapağında kitaba ad olmuş. Yazarın bu yaklaşımı, faşizme teslim olmuş bir Avrupa’da sol düşüncenin yeniden canlanarak, düşünsel boyutta geliştirilen yeni direnme yöntemlerini yaşama geçirmesinin özlemini vurgular. “Estetik”e başvurma gereksinmesi, direnç gösterme eyleminin algılanışında bir kez daha yanılgılara düşülmemesi için yöntembilimin güvencesine sığınmak isteğinin söylemidir. Estetik, yalnızca güzelliğe ulaşma yollarını göstermez; algının imgeye, kavrama, dile, nesnelliğe dönüşme sürecini de araştırır.
Weiss’in bu romanının çevirmenleri, iki genç dilbilimci: Çağlar Tanyeri ve Turgay Kurultay, yazdıkları önsözde bu çeviri çalışmalarında izledikleri yöntemi şöyle sloganlaştırıyorlar:
“… ne iletişimi tıkayan bir ‘kaynak odaklığına’, ne de metnin estetik özelliklerini indirgeyen bir “erek odaklığına” yöneldik. “Eksiksiz çeviri” ile “anlaşılır çeviri” genellikle karşıt etkenler gibi algılanır ve her somut çevirinin bu gösterge çizelgesi üzerinde belli bir yerde karar kıldığı düşünülür. Bizim için önemli olan, metnin inceliklerini verirken anlaşılırlığı da gözetmekti.”
Zeus’un Miken Kralının kızından olan oğlu yarı tanrı Herkules’in tüm gücüne, savaş oyunlarındaki bilgisine karşın gerek zenperest babasının, gerekse onun kıskanç karısı Hera’nın yüzünden çok güç bir yaşam sürdürdüğünü biliriz. Peter Weiss, anlatımında Herkules’in, daha kundaktayken Hera’nın onu boğdurmak için gönderdiği iki büyük yılanı parçalaması, Zeus’un buyruğuyla Miken Kralının verdiği 12 görevi yerine getirmek için diyardan diyara dolaştığı öyküler, güçlü ve iyi olanın içine düştüğü tinsel yılgınlık sonucu yenilebileceğini, sürgün edilebileceğini anlatır. Yunan Roma mitolojilerinde, aynı bizim Oğuz Destanındaki gibi kahraman Herkül doğar doğmaz büyür; acelesi varmış gibi, Hera’nın çıldırtması sonucu eşini, çocuklarını öldürür ve at-adamla savaşırken, ateşin içine atlayarak kendini de öldürür. Oysa Weiss böyle bir aculluğa kapılamaz! Çünkü onun roman kişilerinin çoğunluğu erken yaşlarda öldürülseler de, acımasızlık; Nazi yönetiminin, Gestapo’nun güçlenmesi, koskoca bir halkın desteğiyle sinsice ve yavaşça gelişen birer olgudur. Bu cehennem döngüsü, Batı Uygarlığının tüm değerleri savaş yıkıntılarının altında kalıncaya dek sürecektir. (3)
Vergilius’un son on sekiz saatini anlatırken Broch, nasıl geçmişin sık dokulu örgüsünün içinde çağının insanının tüm yönelişlerinin kaynağını anlatmışsa; James Joyce da (1882-1941), Ulysses’inde orta sınıftan insanların 1904 yılının Haziranının başında yaşadıkları 24 saati 844 sayfada bir zamansızlaşmış masala dönüştürür. Yazar bu romanında bilinç akımıyla savaşlar yüzyılının, modern zamanlarına koşar adım alınan yolun öyküsünü de dillendirir. (4)
Ulysses’in anlatımında, savaştan kaçarken kendisini yılarca süren Troya ateşinin içinde bulan Odysseus’un, kent ele geçirildikten sonra eve dönüşünün öyküsünün gerçeküstü çevresini çağrıştıran bir uzamda okuyucu da gezintiye çıkarılmış olur. Sınıflar arası toplumsal, ekonomik uçurumların derinleşmeye başladığı bu dönem, modernleşmenin geleceğe ilişkin vaatlerini yerine getiremediği için kitleleri sürükleyeceği düş kırıklıklarının göstergeleriyle doludur. Vergilius’un “Aeneis Destanı”da, Ulysses’ romanı da Homeros’u yattığı gömütünde birkaç kez döndürmüş olmalı. Ne var ki, Sümerlerden, eski ahitten bu çağa değin süren anlatma tutkumuzun dayandığı bu kaynaklar, varoluş tarihimizin yüzlerce serüveninden anlama kavuşturulmuş yalnızca birkaçı değil midir? Her anakarada yaşanmışlıktan, oluşmuş kültürlerden kaynaklanan binlerce anlatım, yüzlerce inanç, yüz binlerce serüven var. Ama bunların arasında evrenselliğe ulaşanlar elbette ki sayılı…
Modernin ötesine adım atamadığımız günümüze geldiğimizde: Modern roman anlatımı değişime uğratılmıştır. Geçmişe ilişkin bilginin daha da derinleşmesinden midir, yoksa metalaştığı için bilgi de parçalara ayrıldığından mıdır, gittikçe daha kapsamlı genellemelerle birileri, yaşamakta olduğumuz anın her mikro milimetrik parçasını yakalamaktan başka uğraşımızın olamayacağına bizi inandırmaya çalışıyor; bu girişim, bilinçleri zaman kavramının gereksizliği anlayışına sürüklemekte. Ernst Fischer (1899-1972), yazın tarihinde ortaya çıkan iki olgudan söz eder: İlki “gerçekliğin parçalanması” (fragmentation)., ikincisi ise, “Gizemleme”dir (mystification). Parçalara ayırma gereğini duymak, bence Protogoras’ın (MÖ. 481-420) gerçekliğin göreceli olduğu düşüncesinde ilk dayanağını bulur. Sanatta da gerçek, parçalara ayrıldıktan sonra, başka bir biçim elde etmek için yeniden birleştirilecektir. Yazında, modernleşme geleneksel şiirin yıkımıyla başlar. Artık imge öne çıkarılmaktadır. “Rimbaud’yu, Mayakovski’yi birer biçim yıkıcı olarak belirler “diyen Fischer, parçalama isteğinin nasıl bir saplantıya dönüştüğünü, Arthur Miller’ın Amerikan tiyatrosu için söylediği sözleri aktararak anlatır: “ ‘Amerika’da bir gelişmenin sonuna geldiğimizi düşünüyorum, çünkü her yıl durmadan kendimizi tekrar ediyoruz. Kimse de farkında değil bunun.’ Bir görüş açısı daralmasından, ‘kavramada gevşemeden’, ‘bütün dünyayı sahneye getirip, büyük oyun yazarlığının her zaman amaçladığı gibi, onu sarsıp, temeline oturtma gücünden yoksun oluştan söz ediyor Arthur Miller”, diye durumu anlatır Fischer. Hollywood sinemasının bugünkü kısır döngüsü içinde, anlatacak öyküsü kalmadığı halde durmadan çok sayıda filmi gösterime sokarak kekelemesi de bu yabancılaşmanın bir göstergesidir.
“Gizemleme” ise, klasik dönemde biçimsel olarak “mit”lere, “efsane”lere başvurulmasıyla başlayan bir akımdır. “Romantik sanat, burjuva toplumunun yavanlığına başkaldırırken ‘salt tutkuyu’, aşırı, özgün ve değişik olanı anlatmak için mit’lerden yararlanmayı seçti. Gerçekte geçerli olan bu yöntemin sakıncası(….) ‘zamanla koşullu olan’ın yerine, ‘değişmez’i çıkarmasıdır.
Çağdaş kentsoylu dünyasındaki gizemleme ve mit yaratma, toplumsal kararlardan az çok bir iç rahatlığı içinde kaçmayı sağlıyor. Toplumsal koşullar, zamanımızda olup biten bayağılıklar, her türlü çelişme, zaman dışı, gerçek dışı, süresiz, uydurulmuş değişmez bir ‘varoluş’ düzeyine aktarılıyordu. Toplumla koşullu dünya, evren içinde koşulsuz bir dünya olarak tanımlanıyordu. Böylece yabancılaşan kişi, yalnızca toplumsal sürece katılma ödevinden sıyrılmakla kalmıyor, ‘bayağı’ insanların arasından kurtulup, ‘benzerleri’ arasına yükseliyor ve ’ödev sorumluluğunu’ benimsemiş olan kardeşlerinin beceriksiz çabalarına alaycı bir üstünlükle tepeden bakıyordu.” Fischer, gizemleme örtüsünün altından beliren kuşkulu belirsizlik görünümünü, yazınsal açıdan şöyle değerlendirir:
“Hiçbir insan yalnızca toplumsal kişiliğinin bir dış görünüşü değildir. Ama insanı evrensel gizlerle dolu bir oyun içindeki bir hiyeroglife döndürmek, bireysel yüzüyle birlikte toplumsal yüzünü de gizemci bir sis perdesi içinde yok etmek eğilimi, insanı hiçliğe ve boşluğa götürür. Hiçbir topluma bağlı olmayan insan bütün kimliğini yitirir, hiçlik içinde sürünen bir yaratık olur.” (5)
Geçmişin öyküleri şablon edinilerek, bunun üstüne avantür, polisiye, cinsellik kolâjlarıyla akıl tutulmasına sürüklenen okurlarımız, seçici kurul üyelerimiz, eleştirmenlerimiz bu yüzden türedi. Oysa M. Proust, J. Joyce, Faulkner, H. Broch, R. Musil, P. Weiss, Oğuz Atay, zamansızlığı, bilinç akımını, sözün sonu yokmuşçasına sürüp giden bir anlatım biçimini kullanarak kendilerine özgü biçemlerle, yapıtlar ortaya koydular. Bu yolu seçmelerinin nedeni, olgu yağmuru altında boğulmaktan kurtulmaktı; modern zamanların sonundaki aldatmacayı göstermek istiyorlardı. Bu örneklerden sonra, “Ahmet geldi”, “Veli gitti”, diye kalem oynatmak yasaklandı mı? Hayır! Özgün düşünceyi, eleştirel yorumu sunmak için; sanatın bağımsızlığı, direnci (değillemeleri) adına burada bir kez daha söylemeliyim: Sanat yaratımı hiçbir kalıba sokulamaz; bir denklem ya da formüle indirgenemez. Ahmet Cemal’in ve örnek olduğu sanat insanlarının direnişlerini, seçimlerini kutsuyorum. Böylelikle çağdaş yazını ve özgün yapıtlarını tanıdık; öykünmeciliğin, yanılsatmaya dayalı “modacı”, ”trendci” çıkarcılığın ve sorumsuz kolaycılığın maskelerini düşürdük.
Nisan 2023
(1) “Vergilius’un Ölümü”, Hermann Broch-Çev.: Ahmet Cemal-İthaki Y.- 2.Baskı-2012
(2)- “Niteliksiz Adam-1-2” Robert Musil , YKY
(3) “Direnmenin Estetiği” Peter Weiss- Çev:Çağlar Tanyeri-Turgay Kurultay- YKY- 2005
(4) “Ulysses” James Joyce, Çev.: Nevzat Erkmen, YKY. – 14 baskı
(5) “Sanatın Gerekliliği” Ernst Fischer- Çev.: Cevat Çapan-Sözcükler Yayınları-2012.
Ahmet Cemal’in çevirdiği, M. Sperber’in “Gerçekliğin Parçalanması” adlı kitabı konuyu öğrencisi olduğu Adler’in anlayışını savunarak ruhbilimsel açıdan ele alırken Ernst Fischer, “Sanatın Gerekliliği” başlıklı deneme kitabında 114-128 sayfada toplumsalcı bir yorumla, küresel aldatmacanın bir unsuru olarak gerçeklik duygusunun yok edilmesini anlatır.
(*) İki okuma önerisi; “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri- Denemeler” Ahmet Cemal- 2012 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü-Can Yayınları-
“Görmezlikten Gelmenin Acınası Kültürü” –Ahmet Cemal – Cumhuriyet Gazetesi- 7/Aralık/2012- Cuma