Semiha Berksoy’la Karşılaşma
“Zaman” denilen şey öylesine görece ki, neyin ölçütü olduğu belli değil. Sanırım ancak doğum ve ölüm olgularıyla yüzleştikçe, bir ömrün enlemiyle boylamını belirleyen nirengi noktalarına ulaşılmış oluyor.
Geçenlerde Beyoğlu’nu adımlarken, bir hafta önce doğan torunumu düşünüyordum. Ne istediğini bilen küçücük bir oğlan: Karnı doyunca ağlamayı kesiyor. Emdiği süt gaz yaparsa, çığlık çığlığa yeniden yardım istiyor. Aksel bebenin hallerini izlerken, kızım Eren’e, “Yeryüzüne ayak bastığımız ilk günlerimizi iyi ki anımsamıyoruz”, deyivermişim.
Öyle ya, yabancı bir dünyaya gelmişsin. Ana rahminin karanlık ama korunaklı ortamından çıkıp, kendini bir anda yaşamın her türlü sert esintisinin ortasında, çaresizlik içinde buluyorsun. Geçirmekte olduğun değişimin; birden çoğalan gereksinmelerinin yarattığı şaşkınlığa katlanmak kolay iş mi?
Aslında bellek, oldum olası mutlulukları, haz anlarını biriktirip, istifler. Dahası, yaşımız ilerledikçe başarılarımızı, güzelliklerle dolu anılarımızı allayıp pullayıp, iyice abartarak anlatmaktan kendimizi alamaz oluruz. Çoğu zaman bizleri gülünç duruma düşüren, baş edemediğimiz bu meddahlık tutkumuz değil midir? Bazen de öğütlerle, birçok kıssadan hisseyle donattığımız serüvenimiz, dil dolandıkça daha bir usandırıcı olur. Belki de, orta yaşın üstündekilere, bu yüzden, ‘yaşını-başını almış’ denerek birer uğurlama selâmı göndermekte acele edilir.
Dede olmak (hani, ‘Toruna-torbaya karışmak’, denir ya…) bende çok çeşitli çağrışımlar uyandırmakla kalmadı, yaşama inancımı da pekiştirdi. Torunum bana, geçmişten geleceğe uzanan uçsuz bucaksız görüntüyü yansıtan bir büyülü ayna sundu sanki:
Ziya Dedem, Galiçya’dan; Ankara’ya dek savaştan savaşa koşmuş, bir Anadolulu. İlk büyük savaşta ve bağımsızlık savaşı boyunca zeytin ağaçlarıyla bezeli kasabasına her uğradığında bir çocuğu olmuş; bir kız, dört oğul… Katıldığı savaşlardan, kanlı anılardan hiç söz etmezdi. Bağımsızlık madalyasını bayramlarda bile yakasına iliştirdiğini görmedim. Bu madalyayı, kırmızı kadife kesesi içinde, ceketinin üst cebinde; yüreğinin tam üstünde taşırdı.
Fotoğrafları hiç sevmem. Bu donuk görsellik sürekli, ”Bir zamanlar böyleydi, şimdi yok” diye fısıldar, yokluktan söz eder bana… Ama sanırım büyük torun olduğum için albümler hep bana emanet edilmiştir. Artta kalan bu görüntüler içinde bir fotoğraf var ki, benim için çok değerlidir. Çünkü bir dönemin özeti gibidir; yeni bir çağın başlangıcını imler: Osmanlı’nın Balkan savaşı (1913) yenilgisinden sonra geri çekilen orduyla birlikte Onbaşı Ziya da Pây-i Taht’a ulaşır. İstanbul’da kayınbiraderi Sadık çavuşla buluşurlar. Sadık çavuş, o sırada Saray muhafız alayında görevli. Pera’da bir İtalyan fotoğrafçının şip-şak’ına poz vermişler. Onbaşı Ziya’nın üstü-başı dökülüyor; yenilginin bitkinliği üstünden akıyor. Sadık ise, pırpırıyla, gümüş kuşamlı kılıcıyla pek heybetli…
Beş-altı yıl önce, dedemin Amerika’da annesinin yanında yaşayan üçüncü kuşak torunu, e-postayla bana ulaşmıştı. Öğretmenleri, “Atalarımız” konulu bir ödev vermiş, benden bilgi ve belge istiyordu. Ben de Levanten fotoğrafçının sepya tonlarla gölgelediği bu fotoğrafı, ayrıntılı tarihsel öyküyü de ekleyerek gönderdim. Bu iki sayfada, küçük yeğenimin büyük dedesi Ziya’yı anlatırken, dedesi veteriner Yarbay Fazıl’dan, babam Dr. Şeref Gürel’den de söz ederek, öyküyü Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar yakına çekmiştim. Yeğenimin sunduğu ödev, büyük yankı uyandırmış; bütün öğrenciler, bilgisayarda, kitaplıklarda, ilk büyük savaş, Osmanlı İmparatorluğu, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti konularında araştırmaya girişmişler.
Bunları düşünürken iki kitapevine uğramış, Markiz Pastanesinin pizzacıya dönüştürülmesini görmemek için tramvayın önünden koşarak karşıya geçmiştim. Asmalımescit’e açılan sokakların ortasına dizilen masalardan yol bulup da Tepebaşı’ndaki Pera Müzesine geçmek için epeyce uğraşmış, bunca yeme-içme çılgınlığına bir anlam verememiştim. Yine de amcası Baba Refik’in lokantasındaki çömezliğinden tanıdığım Yakup’un yerinde, ahtapot salatasıyla bir-iki tek rakıya zaman kalacak mı, diye aklımdan geçirmeden edemedim. O anda telefonum çaldı. Arayan ressam arkadaşım Muammer Durmuş’tu. Tünel Sanat Galerisinde açtığı sergiyi, orası haftanın ilk günü kapalı olduğu için görememiştim. Dedeliğimden haberi yoktu Muammer’in. Ona, “Beyoğlu’ndayım. ‘Ziya Dede Yatırı’ için bir yer arıyorum. Kim isterse gelsin; bez, kurdele bağlayıp dilekte bulunsun artık”, diye takıldım. Ne dese beğenirsiniz;
“Ah, Ziya orada bana da yer ayır. Beni de yatır oraya. Öyle yorgunum ki…” Çevremdekiler niye birden, bu denli yorgun düştüler anlayamıyorum. “Poz”ların da çeşitleri türedi şimdilerde. Halimizden anlamayan biri bu bıkkınlığımızı görse, hemen tanıyı koyar: “Andropoz”.
Sonunda Galatasaray’da Ara Kahvehanesinde bir çay içmek için mola verdim. Aldığım kitapları taşıdığım naylon torba elimde derin izler bırakmıştı. Gün ışığı yerini yavaşça, sokak lambalarının, vitrin neonlarının hüzün veren aydınlatmasına bırakmaktaydı. On dakika sonra küçük kızım Deniz’le buluşacak, K. Taşkent sanat galerisindeki Semiha Berksoy resimleri sergisini, ardından da İlber Ortaylı’nın söyleşisini birlikte izleyecektik. Üç kız babasıydım. Bir söylentiye göre, üç kızı olan babaları öbür yakaya göç ettiklerinde cennete gönderilirlermiş. “Ama dur bakalım!” dedim kendi kendime, “Yeryüzü bunca anlam kargaşasına, yoksunluğa gömülmüşken çekip gidilmez. Yoksa gözün arkada kalır”.
Neyse ki, Deniz, yakındaki işyerinden tam saatinde çıkmış, hemen geldi. Kızımın her zamanki gülümsemesi, pırıltılı bakışları bu kez üstündeki yorgunluğu gizlemeye yetmiyordu. O doğduğu günlerde, her zaman özlemle andığım şair dayım Halil Kocagöz sormuştu:
“Adını ne koydunuz?” Belgin’le bir ağızdan, içimizi ferahlatırcasına, “Deniz!’”, diye yanıtlayınca, sevgili dayım sesli düşünürcesine konuşmuştu, “Eren, Duru, Deniz… Hiçbir bağlantı yok ki…” Ben hemen atılarak, “Nasıl olmaz dayıcığım? Uzak kıyılara eren, duru bir deniz”, deyiverince coşmuştu: “Şiir çok güzel gidiyor Ziya! Arkasını getirmeniz gerek.”
Şimdi bakıyorum da yeryüzü küçüldükçe uzak kıyılara ilişkin düşler de solmakta. Gittikçe yoğunlaşan şu kirli bulanıklık içinde, duruluğun erdemini, erincini anımsayabiliyor muyuz, bilemem…
Semiha Berksoy’un resimleriyle karşılaşmak, onun ardında bıraktığı ayak izlerini izlemek gibiydi. Duyumsamalarıyla, kadınca sezgileriyle kurduğu öznel evreninin kapıları ardına dek açık bırakılmıştı. “Annesinin göbeğine bağlı çocuk”, “Do majör”, LaTraviata”, “Operada devrim; Özsoy operası” adlı resimlerinde, aşkla, sesle, çizgi ve renkle, insanlığa duyduğu güvenle donattığı yaşamına tarih düşerken, bir çağın öyküsünü de anlatıyordu. Üst kattaki alanda, “Bir oda; bütün dünyam”, dediği; son yıllarında resimler yaptığı, kendisine o günkü ruh durumuna göre giysiler diktiği, eski ses kayıtlarını dinlediği, uyuduğu yatak odası tüm nesneleriyle gözler önündeydi. Biçimlediği her şeyden bir yansırken, öznelliğin cıvıklığına düşmemesinin nedeni, 1910’da başlayan serüveninin her adımında, döneminin olgularını, olaylarını, umutla, coşkuyla imleme yeteneği olsa gerek. Söyleşi sırasında İlber Ortaylı’ya, “Berksoy’un dışavurumuyla, bugün ‘çağdaş sanat’ denilen takılışların bireyci mırıltıları arasındaki ayrım nedir? Bu başkalık, öznelliği sıradanlığıyla, dahası tüm ayrıntılarıyla anlatıma dökmekle yaşanılan döneme tanıklık yapılamayacağını belirtmiyor mu?“ diye sordum. O, tatlı anlatımıyla, yeniden anılarına başvurdu: “Öyledir… Semiha Berksoy, ‘Hep aşkla yaşadım’ demiyor mu zaten? Bunun anlamı, hayatı ilgili, coşkulu ama eleştirel bir gözle izlemektir. Bir gün sohbet sırasında bana Paris’te bir Fransız gazeteci kendisine, ‘Nâzım Hikmet’in âşığı olduğunuz söyleniyor, bu doğru mu?’, diye sorunca, ‘Elbette Mösyö! Böyle bir adama âşık olmamak mümkün mü?’ diye yanıt verdiğini anlatmıştı.”
Sona erdiğini sandığımız söyleşi, içten katılımlarla sürüp gidiyordu. Sonunda Ortaylı şu öneride bulundu, “Yaşadıklarınıza ilişkin belgeleri dosyalamak doğru değil. Hele uzun bir ömür sürmüşseniz, o kadar ağır klasörler falan… Kim kaldıracak onca yükü? En iyisi mi, çuvallara doldurun tüm belgeyi, sizde iz bırakan nesneleri. Biraz buruşurlar, kırılırlar ama, tozdan da korunurlar. Sonra vakti gelince, ya da bir şey hatırladığınızda torbaların ağzını açıp, boca edersiniz yatağın üstüne… Semiha Hanım öyle yapardı. Aradığını da her seferinde şıp diye bulurdu.”
Sevgili İlber Hoca, emekliliğine bir-iki yıl kalan Semiha Berksoy’un, memurlaşan Ankara Operası yönetiminden neler çektiğini anlatırken;
“Aslında Cumhuriyet döneminde İstanbul yerine, Ankara’da konservatuar açılması, ilk opera ve balenin de yine yeni başkentte kurulması birer zorlamaydı”, diye açıkladığı düşüncelerine katılamadım. Sonradan İstanbul’da oluşan sanat kurumlarında, Ankara Konservatuarından yetişen sanatçılar görev almadı mı? Cumhuriyetin hemen ilk yıllarında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, yabancı ülkelerde yüz akı dinletiler vermeye başlamadı mı? Eh, ne demeli: Pây-i Taht’ın cezbesi başkadır. Aslında bendeniz de İstanbul’a ‘meftunumdur’…
Deniz’le Taksim’e kadar bile yürüyemedim. Hava serinlemişti. Kızım, üşüdüğünü, yorgun olduğunu söyleyince ayrıldık. Onu ne çok özlemişim.
Benim yolum ayrıydı. Yakup’un yerinde bir saat takılıp, Tünel’den Karaköy’e, oradan da Kadıköy’e geçecektim. Elimdeki kitaplar, sanki gittikçe daha da ağırlaşıyordu.
Birden bu denli yakınma dolu, kötümser düşüncelerden kurtulma isteği duydum. Dimdik yürümeğe başladım. Aksel bebenin iki sızlanma arasına sıkıştırdığı gülücüklere benzer bir gülümseme yerleşmişti dudaklarıma.
Zamanın ölçütü, süre giden bu değişim değil miydi? Bir yazgıydı bu. Değişimin, başkalaşımın hızı artmıştı. Bu sürükleniş içinde anlamı, iyiyi yakalamak için herkesin kendine göre bir çabası sürdükçe, dipsiz bir boşluğa yuvarlanma olasılığı yoktu ki… Semiha Berksoy’un anısına ilk yudumumu alırken, gözlerim Yakup’u aradı, nerede olduğunu sordum. Yeğeni koştu geldi. Artık burayı, Yakup amcasının oğluyla birlikte yönettiklerini, Yakup amcası içkiyi, sigarayı fazla kaçırdığı için, yengesinin onun buraya gelmesine haftada bir izin verdiğini anlattı. İşte yasaklamayla gelen bir değişiklik daha… Ama bunda bile, bir kadının yaşamı sevgiyle kucaklayışı vardı. “Kadınlar sevmeyi biliyorlar”, diye geçirdim içimden.
Şu mırın-kırın hallerimden bir sıyrılabilsem…
Kuşadası-27/Mart/2010