Gözünü açtığında nerede olduğunu bilememişti. Boynu, saçları ter içindeydi. Yastığa geçen ıslaklık sanki buz kesmiş, ensesine bıçak gibi saplanmıştı. Karşısındaki kirli beyaz duvarda gözlerini gezdirdi. Koca bir çiviye asılı bir yıl öncesini gösteren takvimin yaprakları Mayıs’a kadar hoyratça koparılmış, geriye kalan günler koçanında kalakalmıştı. Tavandan sarkan çıplak ampulden yayılan cılız ışık, kapının yanındaki perdesiz pencereden sızan günün ilk aydınlığıyla birleşince, bu küçük odanın yoksul soğukluğu kemiklerine dek işliyordu. Giysileri, başucundaki sandalyeye içi boşaltılmış bir beden gibi atılıvermişti. Battaniyeyi üstünden attı. Biraz doğrulmaya yeltendi. Somyanın gıcırtısı iniltisine karıştı. Belinden başının arkasına yükselen ağrı, sırtını boydan boya yırtan bir pençe gibiydi. Üstünde çoraplarından başka bir şey yoktu.

Daracık, uçsuz-bucaksız sokaklarda dolaştığını, Hasan’ın meyhanesinde içmeye başladığını anımsadı. Bunun dışında, gözünün önünden sigara dumanı içinde pek seçemediği yabancı yüzler, daha önce hiç bulunmadığı yerler geçiyordu. Derin bir korkuya kapıldı. Onu bu odaya kim getirmişti? Dışarıya çıkabilecek miydi?

Çıplaklığından utanmıştı. Üstündeki yapışkan pislik, sanki kendisini daha da savunmasız bırakıyordu. Acınılacak durumunu izlemekten ürktü. Gözlerini ovuştururken, sendeleyerek ayağa kalktı. Giysilerine uzandı. Hızla giyindi. Pantolonuna, gömleğine sinmiş o koku, her gözeneğinden durmadan fışkıran terle birleşince ölüme sürükleyen bir ağıya dönüşmüştü. Bu odada tıkılıp kalkmak korkusuyla kapının koluna atıldı. Neyse ki, açabilmişti. Dışarıdaki serin esinti yüzünü yıkamış, ciğerlerine dolan hava onu biraz olsun kendine getirmişti. Ayakkabılarını eşikte buldu.

Küçük avlu yüksek duvarlarla çevrilmişti. Duvar kenarına boydan dizili saksılarda karanfiller, sardunyalar, küpeliler kurumaya yüz tutmuştu. Köşedeki tulumbadan çektiği suyla yüzünü yıkadı. Ceplerinde her şey yerli yerindeydi, ama mendilini bulamadı. Ellerini silkeleyerek, aralık bırakılmış çit kapıdan sokağa çıktı. Bu mahalleyi anımsıyordu. Derme çatma onarılmış ahşap evler, çıkıntı kiremitlerle yamanmış çatılar, onu dostça kucaklıyordu. Kent, iyice aşağılarda kalmıştı. Yokuş aşağı yürüdü. İlerde bir kapının önünde, mor salkımın altında oturan yaşlı adam, onu görünce ayağa kalktı, gülümseyerek,

“Ah oğul, gece karanlığında bizi epey uğraştırdın,” dedi. O ise, ne diyeceğini bilemeden, “ Kusura bakmayın, başıma hiç böyle bir iş gelmemişti,” diye mırıldanmakla yetindi. Olan biteni anımsayamadığı için utancı bir kat daha artmıştı. Yaşlı adam,

“ Beni tanıyamadın değil mi? Yıllar çökertti Mustafa amcanı, insan içine çıkacak hal bırakmadı. Ama ben seni hemen tanıdım o karanlıkta. Yetişip sana sahip çıkmasam gençler baya bir hırpalayacaklardı seni. Direğin dibinde indin taksiden. Zırlayıp duruyordun. Ne dediğin anlaşılır gibi değildi. Arada bir, ‘Kendi başıma bırakın beni,’ diye naralar savuruyordun. ‘Bizim öğretmen Melek Hanım’ın oğlu Suat bu! Kaldırın biraz su verelim,’  dedim başında toplananlara. Sonra da yeni sitede bekçiliğe başladığı için buradan taşınan Süleymanların bize emanet ettikleri evlerine götürdük, yatırdık seni.”

“Suat”, diye geçirdi içinden. Kendi adını ilk kez duyuyordu sanki. Annesinin sevecen kucaklayışını anımsadı. Mustafa amcanın kızına arka çıkıp, onun hukuk öğrenimi görmesini sağlayan öğretmen Melek Hanım, oğlunun da başarılı bir mimar olması için çırpınmıştı. On yıl önce ölmüştü annesi. Yanında olamamıştı. Başından ayrılmayan komşularıyla helâlleşirken dudaklarında donup kalan gülümsemesiyle tabutunda karşılamıştı oğlunu. O sıralar duyduğu pişmanlık, yüreğini burkan bir güçle yeniden yakasına yapıştı. Kentten kente sürüp giden iş gezileri, üniversitedeki çalışmaları yüzünden annesiyle ilgilenememişti. Bu eski semte ayda, iki ayda bir, elinde, kucağında paketlerle gelir, cumbalı balkonda ya da çardak güllerinin kapladığı bahçe köşesinde annesiyle birkaç bardak çay içtikten sonra kendi kargaşalı yaşantısına geri dönerdi. Kentin en devinimli caddesinde, özlemlerini karşılayacağını sandığı nesnelerle doldurduğu bir çatı katında yaşıyordu. Annesi için de alt katlardan birinde yer edinmişti, ama o, anılarla yüklü evinden, komşularından ayrılmak istememişti.  Kusursuz el yazısıyla yazıp bıraktığı sayfayı komodininin çekmesinde bulduğunda evini, kız öğrencilere yüksek öğrenim için destek sağlayan bir derneğe bağışladığını öğrenmişti.

Neden sonra yaşlı adamın koluna girerek onu evine doğru sürüklediğinin ayırtına vardı.

“Gel hele, bir şeyler yemen gerek. Hem üstünü başını da bir toparlayalım,” diyordu.

İşte o anda, dün gece yüreklere nasıl korku saldığını, yabansı bir yaratığa dönüşmüş olduğunu anladı. Mustafa amcası bile onu evine almaktan çekinmişti.

******************************************

Dairesinin içine açılan asansörün kapısından çıktığında derin bir soluk aldı. Suat aslında buralarda tanıdık birileriyle karşılaşmaktan hep sakınırdı. Evine ne zaman, kimlerle girdiği bilinsin istemezdi. Hele şu berbat kılıkla ortalıkta dolaşmak, olacak şey miydi?  Bu kez nedense hiçbir şeyi umursamıyordu. O anda duyduğu güven, yırtıcı bir didişmeden sonra inine dönen bir yaban hayvanın gevşemesini andırıyordu.

Kapının önünde soyundu. Dün gece de sızdığı somyadan kalkarak, derisini sıyırır gibi üstündekileri çıkarmamış mıydı? Banyoya doğru koştu. Sonuna dek açtığı soğuk suyun altına girdi. Dişlerini fırçalarken, karşısındaki yabancıya bakabildi. Saçlarında tek tük beliren ağartılara, göğsünü gittikçe genişleyen bir boşlukmuşçasına kaplayan beyaz kıllar da eklenmişti. Bugün de tıraş olmasa ne olurdu sanki?

Odaya geçti. Yatağı, çarşaflarıyla derin burgaçlar oluşturmuş, uzun süren bir can çekişmeden geriye kalan son izleri taşıyor gibiydi. Yeniden yaşamak istemediği bir çaresizliğin kalıntılarını görmek onu ürkütmüştü. Arkasını döndü, çıktı. Bornozuyla salondaki kanepeye uzandı. Göz kapakları düşmeye başlayınca, bir gün önce, sabahın dokuzunda kapısına dayanan o çekici kadın, alıcı kuşlarınkine benzeyen bakışlarıyla bedenini yeniden didiklemeye başlıyordu. Bunca yıldır tanımadığı kişiler için konutlar çizmiş, o yapıları hiç işe yaramayacak araç-gereçle donatmıştı. Tasarladığı alışveriş merkezleri gerçeğe dönüşmüştü; neredeyse yeni bir gök kubbe oluşturan çatılarının altında adım atılacak yer bırakmayan insan kalabalığı, donuk bakışlarla bir aşağı, bir yukarı dolaşıyordu. Herkes için mekânlar tasarlayan Suat, şimdi kendisi yersiz-yurtsuz bir adamdı.

İlk kez bulunduğu bir yerdeymiş gibi merakla çevresine bakmaya başladı. Kitaplığındaki dağınıklık tedirgin ediciydi. Ses kayıtları, sinemanın sessiz döneminden başlayan birikimi, dolabın yarı açık kapağından dışarıya uğramış bir yığıntıydı. Kırıntılarla, artıklarla dolu tabaklar, kahve fincanları masanın üstünde kalmıştı.

O kadını hiç ummadığı bir anda karşısında bulması bir kırılma noktasıydı. Uzun, kumral saçları, güneşin esmerleştirdiği incecik yapısıyla güzel bir kadındı. Küçücük burnunun kanatları, anlattığı neyse, içerdiği özleme ya da öfkeye uyarak belli aralıklarla açılıp kapanırdı. Davranışları, korunması gereken, sevilmekten başka bir şey istemeyen bir dişi kedinin mırıltılı imgesini çağrıştırırdı. Ama yeşil gözlerinde kıvılcımlanan bakışları, kadın ya da erkek karşısında kim olursa olsun, herkesi ürpertiyordu.  Bu bakışlar öznellikleri delik deşik eden özgür bir çığlığın yankısıydı. Suat, ondan uzak durmaya çalışmış, iş yerine sıklıkla gelmeye başlayınca da türlü özürlerle görüşmelerini beş-on dakikayla sınırlamayı başarmıştı. Kapıyı açtığında,

“Günaydın. Birlikte birer kahve içeriz değil mi?”, diyerek teklifsizce içeri dalmıştı. O ‘Günaydın’ seslenişinin, ‘dııın’ bölümü uzayarak evin her köşesinde çınlamıştı.

Masanın başında otururlarken, gündelik yaşantısını inanılması güç tansıklarmış gibi öylesine bir işveyle anlatıyordu ki, Suat, sığınak saydığı evinin adresini bu kadının nasıl olup da bulduğunu düşünmeyi bırakmıştı artık. Konuşurken, ince, uzun parmaklı ellerini denetleyemediği bir güçle Suat’ın omzunda, kolunda dolaştırıyordu. Onun için dokunmak, susuzluğu gidermek gibi doğal bir gereksinmeydi sanki. Bu yüzden karşısındaki de bu durumu garipsemiyor; onun duyarlı, kendi pembelikleriyle ışıldayan parmaklarını avuçlarının arasında tutsak alarak, bu coşkuya tutkulu öykülerle katılmak istiyordu.

Ne konuşmuşlardı, nasıl bir anda kendilerini yatakta bulmuşlardı? Anımsayamıyordu. Bir ara, üstündeki kadın, durmaksızın yineleyerek,

“İçime, daha derinliklerime girmelisin!” diye, inlemeye başlamıştı.

Elleri, yine ikide bir yer değiştiriyor, kimi zaman onu omuzlarından kavrayarak gel-gitlerinden tayfunları çoğaltıyor; hemen ardından da, kollarını arkaya uzatıp, ayak bileklerine küçük pençelerini geçirirken, bir imbat okşayışında duruluveriyordu. Başını arkaya attığı anda, kirpiklerinin arasından fışkıran sarı-yeşil yalımlar yakıp kavuruyor; burun kanatları açıldıkça tutkunun esintisi bu alevi daha da kışkırtıyordu.

Suat’ın organı, kendisinden gittikçe uzaklaşan, ürkek bir yaratığa dönüşmüştü. Gittikçe artan sıcaklığın, o dışarıya taşan kaygan sıvıda boğulma duygusunun yarattığı yılgınlık içinde sertliğini yitirmeye başladığı anda, derinlerden kopan bir inilti onu yeniden içerilere alıyordu. Bedeniyle bağını koparmış bu canlı uzantı kadının içindeydi, Suat ise, bir şeylerin ne içine girebilecek, ne de dışında kalabilecek gücü kendinde buluyordu. Göğsüne uzun süredir yerleşmiş o habis yumru kopmuş; kasıklarında çöreklenmiş, boşalamıyordu. Gözlerini kapayınca, geçmişte birlikte olduğu kadınlardan birkaçı sırayla karşısına çıkıyor, yatak, oda, kent, iklim ve zaman çılgınca bir değişimin döngüsünde onu anlamsızlığa sürüklüyordu. Üstünde kıvranan bu kadın, yaşadıklarının damıtılmış özetiydi. Yaz güneşinin kucaklayıcılığından, kışın soluk kesen ayazına fırlatılıyor; ama başına ne gelirse gelsin günler hep birbirine benziyordu. Birden, üç-dört günlük sakalın kapladığı yüzüne bir mutluluk yayılmış, dudaklarını arasından boşandığı karısının adını fısıldamıştı. Bu ad, bir anda beynine saplanmış, dudakları da buna uymuştu. Yatağındaki kadının duyduğunu sanmıyordu.  İşte o anda, kadın üstünden fırlayarak kalkmış,

“Ne biçim adamsın sen?”, diye sormuştu, “Benimle sevişirken kafan başka yerde.  Sapıklığın böylesini de görmemiştim!”

Kadın eline geçeni savurup, çarparak gürültüyle çıkıp gittikten sonra bacaklarını karnına çekmiş, uzun süre kımıltısız; çıplak bir ölü gibi yatakta kalmıştı.

Kanepede uyandığında, güneş gölgeleri uzatacak kadar iyice alçalmıştı. Çok acıkmıştı. Yerinden kalktı. Islak bornozunun içinde tüm eklemleri sertleşmiş, her adımında bir yanı ses veriyordu. Neredeyse sürünerek buzdolabına yöneldi.

30/08/2009

Önerilen makaleler

[instagram-feed]