İyice bastıran öğle sıcağı, ortalıkta ne ses ne de soluk bırakmıştı. Sokaklardan el-ayak çekilmiş; ağustos böceklerinin cırıltısı, kuşların cıvıltısı bir anda kesilmişti. Bu sessizlik, sanki görülebilen, dokunulabilen boğucu kıvamda bir akıntı gibi kasabanın her yanını kaplamıştı. Üç koca çınarın gölgesi altındaki istasyon çay bahçesi sığınılabilecek tek yerdi. Ama burada da pek kimse yoktu. Ocağın kapısının önüne attığı şezlonga uzanmış olan yaşlı kahveci, arada bir yüzüne konan sinekleri kovalayıp uyuklamayı sürdürüyordu. Ta ötede biri daha vardı: Demiryolunun hemen kenarında genç bir adam, önündeki masaya abanarak oturmuştu. Başını da kollarının üstüne bıraktığında, gövdesinin tüm ağırlığıyla yavaşça sandalyeden yükselerek masanın üstüne gittikçe yayılan bir birikinti oluşturduğu izlenimi veriyordu. İri elleri dirseklerine birer pençe gibi geçmişti. Başını tedirginlik içinde her çevirişinde gözleri sonuna dek açılıyor, ter damlacıkları yanaklarından kollarının üstüne doğru akıyordu. Görmekte olduğu karabasan bir sanrıya dönüşüp, önce sağındaki demiryolunun uzaklaşan çizgisinde beliriyor, ardından da solundaki, caddenin buğulanan asfaltı üstünde buharlaşıyordu.
Trenin gelmesine daha çok vardı. Günbatımında ahlaya puflaya çektiği katarla bu istasyona uğrayan lokomotif, beş-on yolcuyu indirdikten sonra hiç oyalanmadan, aynı bıkkınlıkla alır başını gider. Gün sonu seferlerinde kasabadan yolcu aldığı hiç olmamıştır.
Çınarların altına sıralanmış saksılardaki sardunyalar, kararmış çiçekleri, solgun yapraklarıyla, buradaki her şey gibi terkedilmişliğin hüznüne katılmışlardı. Ardına kadar açılmış o ürkütücü gözlerini boşluğa kilitleyen genç adam, şimdi başını kaldırmıştı. Tırnaklarıyla kollarını yırtarken, dudakları, ucunu yakalayamadığı sözcükleri sıralamak istercesine kımıltılar içindeydi. Bir mırıltı olsun duyulmuyordu. Bakışlarına yakalanmayı göze alabilen biri, onun bu sessiz anlatımında insanı dehşete düşüren ölümcül bir tutkunun ya da umarsızlığa sürükleyen karanlık bir olgunun dile getirildiğini anlayabilirdi:
Düşlerimi seçemez oldum. Bazen nerede olduğumu bile bilemiyorum. Pürüzlerden, sorunlardan uzak bir yaşamın bana kucak açtığını sanmıştım… Ama onun bana söyledikleri bir anda her şeyi anlamsız kılmıştı. Hiç beklemediğim anda bana ne dedi? Olduğu gibi anımsamaya çalış bakalım:” Önce kendin olmayı denesen… Başkalarının ağzına bakarak heveslere kapılmayı bıraksan belki seni tanıyabileceğim. Severken bile beni parçalara ayırmaya başladın. Yok sarı buklelerimmiş, yok efendim sedef beyazı tenimin üstünde okyanus adaları gibi duran esmer göğüs uçlarımmış… Edebiyat paralamaya çalışıyorsun, desem değil! Düpedüz bayağılaşıyorsun. Ben herhangi bir nesne değilim ki, ‘ben’ olan bütünlüğümü elimden alırsan yitip giderim. Artık beni sevdiğine de inanmıyorum. Başkalarına göstermek için edindiğin, övünmek için yakıştırıp takıştırdığın herhangi bir nesne gibi görüyorsun beni”, demedi mi? Üstelik bütün bunları söylerken, sesi, dişlerinin arasından bir tıslamayla yüzüme savruldukça neye uğradığımı şaşırıyor, iyice kıstığı o bal rengi gözlerinden taşan nefret, içimi yok olma isteğinin zehriyle dolduruyordu. O gittikten sonra kapağı bu kasabaya attım. Buralarda bir tanıdığım, yakınım olduğu için değil… Dağıtıcılarımızı denetlemeye çıktığım yolculuklarda uğradığım yerler arasında, dinginliği ile kafa dinlenecek bir yer olarak anımsadığım için on gündür burada bir otele sığındım. Düşündüm… Çok düşündüm. Nesnelerin kalabalığı içinde değişime uğrayan yalnızca ben miyim, diye… Öyle ya, alıp-satmakla geçiniyorum. Koskoca kuruluşa pazarlama müdürü yaptılar beni. Benim de bildiklerim var: Bir satıcı malını göklere çıkarırken o nesneye hiç taşımadığı değerler yükler. Kişinin çevresine sunduğu imge benim için çok önemli. Bu pazarlamanın başlıca ilkesidir. Kendi dış görünümüne de sunuma da özen göstereceksin işte… Bunu ona da söyledim. Koşullara uymak gerek. Örtün, diyorlarsa ona göre giyineceksin. Dahası, pek aykırı düştüysen düzene, bir süre maskenle dolaşacaksın ortalıkta. Yoksa gittikçe daha büyük bir hızla dönen dünyayı durdurup, istediğin yerde inemezsin; şu yorgun yerküre savurup atar seni sırtından. Hep böyle takılırdım ona… “ Aah! Keşke silkelenip fırlatılsam bir yerlere… Senin gibi onun bunun boyunduruğunda yaşamaktan iyidir. Bunu isterim valla. Ömür boyu olduğumdan başka görünmek için çırpınmaktansa!”, diye alaya almıştı beni…
Şimdi kızgın rayların üstünde insanlar sıralanmış… Bana doğru hızla yaklaşırlarken, bir anda uzaklaşıp gözden yitiyorlar. Sonra yeniden sonsuzluktan, o iki çizginin birleştiği yerden kayarak kalabalıklaşıyorlar. Artık nedense içleri boşaltılmış, geçirgen bedenlere dönüşmüşler. Başımı öbür yana çevirdiğimde, karşımda çay bahçesinin kapısı, ardında gün ışığının dolduğu alan… Hemen girişte bir adam gözlerini bana dikmiş, hiç kımıldamıyor. ‘Gözleri’ diyorum da gözleri yok ki… O da yalnızca ana çizgileriyle büyüyen bir yalınlık. Yutucu bir hiçlik. Yine de bana nasıl baktığını; ne zaman gözlerini benden kaçırmaya çalıştığını görebiliyorum.
Her ikindide çıkan imbat, bugün sanki soluğunu yitirmişti. Oysa kasaba öğleden sonraları bu esintiyle uyuşukluğundan silkinir, ölümün kıyısından dönerek yeniden canlanır gibi sevinçle kendi sesine, devinimine kavuşurdu.
Şu çınarın gölgesinde ne zamandır dikilip kaldığımı kestiremiyorum. Bir-iki adım ilerlesem… Ama çevreyi saran sessizlik yüzünden burada biraz oturmakta bile ikircikliyim. Üç gündür bu ilçedeyim. Oğlum gelmem için diretince onu geri çeviremedim. Karısıyla ikisi iş yerlerine giderlerken ben de erkenden onlarla birlikte evden çıkıyorum. Nereye gideceğimi bilemeden ortalıkta dolaşıyorum. Olmuyor. Anahtarım var ama o yabancı çatının altında huzurum yok. Ancak sıcak yüzünden bacaklarımda derman tükenirse, eve dönmek zorunda kalıyorum. Yaşadığım kentin devinimi içinde görünmez adamı oynamak daha iyi. Hal-hatır soranın içtenliğine inanamazsın bu devirde. Neyime gerek öyle olur olmaz insanla ağız açmak… Yerlisi yabancısına karışmış kalabalığın içinde gizlenmek, o kargaşanın içinden kendime göre öyküler çıkarmak bana yetiyor. Bu kasabada hep göz önünde olmak beni çok tedirgin ediyor… Annesinin ölümünden sonra oğlumun bana düşkünlüğü dayanılmaz bir hal aldı. Emekliliğimden sonra karımla birlikte uzun yılları paylaşacağımızı düşünürdüm. Yakalandığı hastalık onu altı yıl içinde aldı götürdü. Büyük bir haksızlığa uğradığım duygusu içine gömüldüm. Hele bizim yaşımızdaki çiftlerle karşılaştığım zaman bu duygu isyana dönüşür.
Gelinim bana saygıda kusur etmese de bazen ağzından çıkanın nerelere vardığını kestiremeyecek denli hoppa bir kız. Özlemlerinin sonu yok. Aslında bugünün gençleri, hepsi aynı kalıptan çıkmış sanki. Dün gece, damdan düşercesine, demez mi: “İnsan gönlüne göre yaşamalı. Hiçbir isteğini ertelememeli. Ömür o kadar kısa ki… Demem o ki, bir yazlığımız olsa… Hani nasıl derler? Şöyle bakla oda nohut sofa… O koskoca evde, kentin gürültüsü içinde yorulacağına, babamız da orada daha rahat eder… Biz de yıllık iznimizde istediğimiz gibi bir tatil yaparız. Hele yakın bir kıyıda ev edinirsek hafta sonlarını da orada geçiririz.”
Belli etmemeye çalıştımsa da oğlum üzüldüğümü anladı sanırım. Hem, çalıştıkları bu kasabada ev edinmeyi düşünseler ya! Yıllardır kiradalar. Bu yüzden geçinemiyoruz desinler, bak o zaman evimi satar onlara buradan bir ev alırım. Karımla biriktirdiğimiz anılarımızla, kitaplarımla dolu evimden, gelin hanım yazları birkaç ay denizin keyfini çıkarsın diye nasıl ayrılırım? Edebiyat öğretmenliğimin her anından, boşa geçirilmemiş bir yaşamın bana kıvanç veren izleri var o evde. Öğrencilerimin arasından bazıları ünlü birer yazar oldu. Onların bana imzaladıkları kitaplarında öylesine duygulandırıcı söylemler yakalıyorum ki, aldığım notlarla bu sevinçlerimi sevgili eşimle paylaştığıma inanır oldum. Son günlerde yazdığım kısa öyküler de bir zamanlar karımla paylaştığımız yaşantı içindeki serüveni izliyor…
Öykülerimi öteden beridir ikinci tekilin ağzından anlatmayı seçmişimdir. Bu anlatım yolu kalemime kolaylıklar sunduğu gibi, yazar olarak kendimi daha bir iyi gizleyebildiğim düşüncesiyle bana güven veriyordu. Olan biteni dışardan izleyen biriydim. Ama kimdim ben? Bir yandan, kişileriyle birlikte çevreye her öyküde can soluğu veren; ayrıntıları ayıklayıp, yeniden kurgulayan; canı istediği anda da her şeyi yerle bir eden o kişi ben miydim? Böyle bir gücüm olsa, kendi yaşamımın şu umarsız dağınıklığına bir çare bulmaz mıydım?
Dışarıdaki kıyameti, gizlendiğim korunaklı köşemden izlemeyi alışkanlık edinmiştim. Belki de oldum olası ikinci tekili oynamakla durumu kurtarmaya çalışmam bugünkü çözümsüzlüğe sürükledi beni… Anlatan bendim. Ama sanki yaşamıyor, bir iletken olmakla yetiniyordum. Çay bahçesinde toprağa serilmiş çakılların üstünde her adımda ses getirerek yürüdüm. Bir yere iliştim. Kıvırcık saçları terli alnına yapışmış delikanlı, başını kaldırmış beni izliyordu. Göz göze gelmemek için sandalyemi çektim, ona arkamı dönerek oturdum. Boynuma astığım çantamdan defterimi, kalemimi çıkardım. Yazmaya başladığımda, yavaşça iç içe geçen düşle gerçek, bambaşka bir zaman boyutunda sanki birbirlerini açıklıyorlardı.
O sırada nereden çıkıp geldiyse, kahvecinin çırağı başıma dikildi. Ona bir sade kahve söyledim. Güleç yüzlü, yeni yetme çırak kahve ocağında gürültüyle yaptığı işin önemini göstermek isteyince, kahveci daldığı uykudan uyanmıştı. Yaşlı adam şezlongdan güçlükle doğruldu. Belini tutarak çay ocağının bulunduğu odaya girdi. Onu tanımıştım. Öğrenciliğimizde bana ikide bir ‘tatlı su aydını’, diye seslenen, Meslek Yüksek Okulundaki eylemlerde birçok kez tutuklanan o uzun boylu, yakışıklı arkadaşım şu iki-büklüm olmuş bedeniyle tanınmaz durumdaydı. Onun ölüm cezasıyla yargılandığını, uzun süre içerde yattığını gazetelerden öğrenmiştim. Sonra da hiç karşılaşmamıştık. Şimdi paylaşacağımız ne kalmıştı ki… Beni tanımasa bari, diye içimden geçirirken, o dışarı çıktı. Ötedeki masaya yöneldi. Artık oturduğu sandalyede iyice aşağı kaymış, sırtını arkalığa dayayarak oturan genç adamın önündeki boş çay bardağını aldı. Ağustos böcekleri aynı teraneyle yaygaraya başlamışlardı… Yeniden defterime eğildim. Açtığım yeni sayfanın beyazlığında kara-yağız arkadaşım belirdi. ‘’…Kurtul artık şu özentilerinden’’ derken yüzündeki gülümseme birden donuyor, bu kez bağışlayıcı bir sevecenlikle kollarını açıyordu. Gittikçe anlaşılmaz bir hırıltıyla boğulan bir sesle anlatmaya başladı:
Günler, birbirinin aynısı… Bu yinelenme, yeknesaklık, yaşarken ölmek gibi bir şey. Sendikacılıkta bunca ömür tükettik. Ne umutlarla çalışmıştık. Bugün iki kişi bir araya geldi mi, çakalca iki yüzlülükler, sırtarmalar başlıyor. Çıkar uğruna yaltaklanmalar, olmadı göz dağı vermeler falan işte… Özveri miydi benim yaptığım? Sevgili olan ne varsa yitirdim. Onca yıl yoldaşım olan karım bile sonunda sorumsuzlukla suçlamıştı beni… Bal gözlü kızımızı da yanına alıp, çekti gitti. İkisini de bir daha göremedim. İçerden çıktıktan sonra anasıyla bağlantı kurdum. Telefonla görüştük. Bir hesaba para göndermeme izin vermişti. Ama kızımla beni karşılaştırmamakta diretti hep… Bir kez, daha o ilkokuldayken, uzaktan izledim yavrumu; sarı buklelerine beyaz kurdele bağlanmıştı. Yüksek öğreniminin sonuna dek onu elimden geldiğince destekledim. İyi bir eğitim aldığını bilmekle avundum yıllardır. Sonra yerlerini değiştirdiler, izlerini yitirdim.
Aksi bir ihtiyar olmadığımı sanıyorum. Şimdi karşılaşsak, beni ne denli suçlasa da onu yüreğimle kucaklayacağımı biliyorum. Geçen gün evde kız kardeşime içimi döktüm. “Git ara kızını ağabey,” dedi, “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşurmuş, derler… O da sana ulaşmak istiyordur. Yeter ki göz önüne çık!”
Üstümde bir ağırlık, onca yer dolaştıktan sonra, bu çay bahçesine çakıldım kaldım gerçekten… Ama bu halimle kızımın karşısına çıkıp ne diyeceğim ki…
Defterimi kapattım, çantama koydum. Tren istasyonları bana hüzün verir. Buralarda beliriveren yoğun kalabalığın, yerini bir anda ıssızlığa bırakmasıyla, kavuşmaların sevincinden çok, ayrılıkların, vedalaşmaların buruk tortusunu çoğaltırlar.
İlerleyen saatlerde neler olacağını şimdiden gözümün önüne getirebiliyorum. Demiryolunun yakınında oturan genç adam gitti elini-yüzünü yıkadı. Şimdi önüne konan ekmek arasına hazırlanmış bir şeyleri isteksizce kemiriyor. Sanırım günbatımında gelecek trene binip gidecek. Artık trenin onu nereye götüreceğinin hiç önemi yok.
Benim yaşadığım kent, bu akşamki trenin yolu üstünde değil. Tam da ters yönde. Olsun… Eve gidip bir iki satırlık bir not bırakmalı; çocuklara bir bahane uydurmalı ki, merakta kalmasınlar. Oğlum üzülmesin. Katarın üçüncü uğrak yeri olan ilçeden gündoğumuna dek her yöne otobüs bulabilirim. Gece seferini yapan trene bu istasyondan binen ender yolculardan biri olacağım.
Artık ben mi öyküleri izliyorum; öyküler mi beni kovalıyor, kestiremiyorum. Böylesi daha iyi…
21/06/2011