Yağmur alabildiğine yağıyordu. Dün geceden beri hiç kesilmemişti. Karaköy’de lodos şemsiyemi tersine döndürünce baştan ayağa ıslanmıştım. Tünel’den çıkıp, karşıdaki pasajın girişindeki börekçiye sığındım. Beyoğlu’nun, Sofyalı sokağın ışıkları erkenden yanmıştı. Direklerden süzülen aydınlığın içinde yağmur, karanlık gökyüzünden çekilerek kaldırım taşlarına bağlanmış gümüş telleri andırıyordu. Bu parlak tellerin, çatılardan, oluklardan gönderdiği, tınısı birbirinden çok başka seslere kulak verdim. Günbatımının hüznünü daha da yoğunlaştıran bu ezgiyi dinlemeye başladım.

Madam için peynirlisinden iki dilim börek aldım. Dışarıya çıktım, saçağın altında yağmurun dinmesini beklemeye başladım. Benim Madam bayılır hamur işlerine. Oysa ufak tefek, ince yapılıdır. Kısa boyuna karşın, kamburunu çıkararak yürür. Oksijenle iyice beyazlaştırdığı ağarmış saçları, her zaman dağınıktır. Kaşlarının yerine ince bir rastık çeker. Bu yapay kaşların altından bakan elâ gözlerindeki çocuksu merak, asık yüzüyle çok ilgi çekici bir çelişkiyi sergiler.

İki yıldır onun evinde kalıyorum. Kendisinin de kirayla oturduğu iki odalı dairenin küçük odasını bana kiraladı. Gazetelerde okuduğum ilanla ulaşmıştım Bayan Lia’ya… Önceleri ona “Madam” dedim. Pek hoşuna gitmedi. Çekinceli haliyle her davranışımı izlemekle yetiniyordu. Onunla öyle uzun uzadıya konuşamıyordum. Evinin kurallarını saymaktan başka, ağzını açıp iki söz etmeyişi oldukça canımı sıkıyordu. Öğrenci yurtlarında yer bulamamıştım. Bu yüzden, uzak akrabalarımdan birinin evinde bir süredir sığıntı gibiydim. Madam’ın tersliklerine katlanmak zorunda olduğumu düşünüyordum. Bir yandan da, onun güçsüz, yaşlı bedeniyle yaşama sarılması bende saygı uyandırıyordu. Odamın temizliğini yapıyor, çarşaflarımı değiştiriyordu. Ne var ki, anlaştığımız gibi, bir gün olsun sabahları önüme yiyecek bir şeyler koymadı. Eve dönerken her gün alışverişi yapıyor, sevdiği alaca zeytini, kalorifer radyatörünün üstünde yumuşatılmış tereyağını eksik etmediğim kahvaltısını hazırlamadan evden çıkmıyordum.

Beni tanıması için epey bir süre gerekti. O eve yerleşmemin beşinci ayıydı. Üniversitedeki eylem sona ermişti. On gündür yatak yüzü görmemiş, Madam’ı da arayamamıştım. İçeriye girdiğimde, her Perşembe olduğu gibi, üç arkadaşıyla daracık orta alandaki masanın çevresinde oturmuşlar, tavandan sarkan tek ampulün altında, büyük bir sessizlik içinde bezik oynuyorlardı. Konuklarından ikisiyle daha önce karşılaşmamıştım. Madam, kapıdan girdiğimi görünce, kendisinden beklemediğim bir çeviklikle yerinden fırladı, ellerini omuzlarıma koydu. Beni kucaklamak istemiş ama boyu yetmemişti.

“Nerelerdeydin?”, dedi, “Kaç gündür radyonun başından ayrılamadım. Çok merak ettim seni.”

Benimle ilk kez senli benli konuşuyordu. Saçım-sakalım birbirine karışmıştı. Günlerdir yıkanamamıştım. O halimle eğildim, Madam’a sarıldım. Sırtımı sıvazlarken arkadaşlarına döndü,

“İşte benim oğlum!” dedi.

Neler olup bittiğini anlattım. Güpegündüz alanlarda, sokaklarda kurşunlanıyorduk. İki gün önce bir arkadaşımız dördüncü kattan aşağı atılarak öldürülmüştü.

Ayakta duracak gücüm kalmamıştı. İzin isteyerek odama çekildim. Nasıl olsa herkesin önünden geçerek banyoya giremeyecektim. Kendimi yatağımın üstüne bıraktım.

İşte o günden sonra, Madam, bana yaşam öyküsünü anlatmaya başladı. İlk Büyük Savaştan iki yıl önce, ana-babasıyla birlikte Budapeşte’den İstanbul’a gelmişti. O günlerde on yedi yaşındaydı. Evli olan ablası, eşiyle birlikte çok daha önceleri bu kente yerleşmişlerdi. Yabancı yayınların bulunduğu bir kitapevleri vardı. Ayrıca bir Macarca gazete yayımlıyorlardı. Ablasıyla eniştesinin varsıl çevrelerinin desteğiyle bu yabancı ülkede pek sıkıntı çekmemişlerdi. Genç, güzel Lia, İstanbullu bıçkın bir Türk’le evlenmiş, savaş patlayınca da ülkesini bir kez olsun görme umudu kalmamıştı. Artık kucağından indirmediği, ona maviş gözleriyle bakan bir oğlu vardı. İyi bir eş, kusursuz bir anneydi. Ama gönlünün derinliklerinde bir başka sevgi küllenmek bilmiyor; yasemin kokulu kâğıtlardaki satırlar bu sevdayı yakıcı bir özlemle büsbütün alevlendiriyordu. Macaristan’daki sevgilisi evlendiğini bilmiyor, ona sonsuz bir tutkuyla yazıyordu. Lia da, kocasıyla işlettiği çamaşırhanenin ödemelerini Galatasaray postanesinden havale ederken, cephedeki bu yakışıklı teğmene de pembe zarflar içinde sayfalar dolusu sevda sözü gönderiyordu… Aynı anda iki ayrı yaşama gözünü açtığına kendisini ne denli inandırmaya çalışsa da, bu kararsızlığını alçakça bir iki yüzlülük saymaktan kaçınamıyordu. İşte bu gerilim içindeyken, yenice öğrenmeğe başladığı yarım-yamalak Türkçesiyle kendini azarlardı: “Sen küçük bir kahpesin Lia! Bir kahpesin sen…” Çünkü Teğmen Nagy’ye verdiği sözü tutamadığı gibi, yasak aşkı için iki yanlı yalanlara da başvurmaktaydı.

Madam, kocasının ona ‘Leyla’m’, diye seslendiğini anlatınca, ben de ona ‘Leyla Hanım’ demeye başlamıştım. Onun yaşam öyküsünü dinlemek, benim için geçmişe yapılan bir geziydi. Oğlu daha on beş yaşındayken, kocası kendisini iyice içkiye vermişti. Pera’da her gece başka bir kadınla gezdiği söyleniyordu. Leyla Hanım’ın, sirozdan genç yaşta ölen bu adamı sevgiyle anmasına çok şaşmıştım. Kocasının ‘çamaşır fabrikası’ dediği iş yeri de satıldıktan sonra, elde avuçta kalan kırıntılarla yaşamını sürdürmeye çalışan bu ufacık kadını daha nice acılar bekliyordu. Oğlu askerden döndükten sonra uyuşturucunun pençesinde kendini tüketip, ardında annesini yoksulluk içinde bırakmıştı. Oğlunun yaptığı borçlar yüzünden Tepebaşı’ndaki, Haliç’e bakan evinden de olmuştu. Ama o saygın bir dul olarak yaşama sarıldı. Yıllarca eniştesinin kitapevinde çalışarak emekli olmuştu. Albümler dolusu fotoğrafı göstererek bu acılarla dolu öyküyü anlatırken, birden zaman göstergesini kaydırınca, Pera’nın ışıltılı yaşantısı içine sürüklediğimiz de olur. Böyle anlarda kahkahalar atarken,

“Sen otuz yıl önce gelmeliydin de, görmeliydin Leyla’yı!“, derdi. Albümlerin her sayfasında bir başka öykü karşımıza çıkardı. İstanbul’un her köşesinde İngiliz askerleriyle sanki yeniden burun buruna gelirdim. İkinci Dünya Savaşının karneli günlerinde; Varlık Vergisi Yasasıyla başlayan yağma döneminde soluk almaya çalışır, serseme dönerdim. Bir başka fotoğrafı elimize aldığımız anda söyleşimiz yerini, derin bir hüznün puslu burukluğuna bırakıverirdi. 6-7 Eylül olaylarından sonra yeryüzünün dört bir yanına savrulan dostlarından geriye, bu kareler içinde terk ettikleri umut dolu bakışlar kalmıştı. Bunca yıldır onlardan hiçbir haber alamamıştı…

O günlerde, eğitim eşitsizliğine, Amerikan 6. Filosunun Dolmabahçe açıklarına demirlemesine karşı öğrenci yürüyüşleri sürmekteydi. Kolluk güçlerinin Üniversite alanlarından çekilmelerinden sonra, ’işgal’,‘boykot’ biçimindeki eylemlere son vermiştik. Yaklaşan sınavlar için çalışıyordum.

Zamanımın çoğunu fakültede geçiriyordum. Öğleden sonraları Beyazıt Kütüphanesinin loşluğunda, masaüstü aydınlatmaların altında okumak; arada, iç avlusunda sigaramı tüttürerek bir sade kahve içmek, benim için çevreden yalıtılmış bir mutluluğa sığınmaktı. Hem artık bir sevgilim vardı. Yanı başımda Alev’in varlığı, içimi taptaze umutlarla doldururdu. Onun güzel başının arkasına kalın bir örgüyle bıraktığı sarı saçları, küfürbazlığında somutlaşan başkaldırısı beni büyülemişti. Alev’in bu erkeksi tavırlarını, arkadaşlar arasında, biraz kendisine özen gösteren, makyaj yapan kızların ‘burjuvaya özenmekle’ suçlanmalarına karşı geliştirdiği bir savunma yöntemi sanırdım. Her gittiğimiz yerde onun parkasını giydirmeme, sandalyesini tutarak onu oturtmama önceleri sert tepkiler göstererek karşı çıkmış, ama sonra sesini çıkarmaz olmuştu. Pazar sabahları Saray sinemasındaki Belediye Senfoni Orkestrasının dinletilerine, ona çok yakışan bordo elbisesinin üstüne siyah bir manto giyerek gelmeye başlamıştı. Cemal Reşit Rey’in yönetiminde İspanyol konçertosunu dinlerken, kendisine çok yaklaşan genç solistin kemanını dirseğiyle kırdığı gündü. Kemanın boşanan tellerinden çıkan son ses bir çığlık gibi yankılanmıştı. Cemal Bey bagetini bırakmadan iki eliyle yüzünü kapatmış, dakikalarca öyle kalakalmıştı. Salondaki herkes, büyük bir sessizlik içinde ayağa kalkarak onun bu derin üzüntüsüne katılıyordu. Alev o anda kulağıma, “Bana kadınlığımı hissettiren sensin”, diye fısıldayarak yanağıma bir öpücük kondurmuştu. Onu Leyla Hanım’la tanıştırmıştım. Bu köhne apartmandaki küçük daire, artık Alev’in de evi olmuştu. Büyülü bir alacakaranlığın içinde birbirimize sarılarak uyurduk. Pencere önündeki masanın başında ikimizin çalıştığını gören karşı komşularımız bize seslenerek ya çaya çağırırlar, ya da Madam Ester’in, Madam Violet’in, Matmazel Maria’nın yaptıkları gibi, ellerinde birkaç dilim turtayla, dumanı tüten kurabiyelerle kapıya dayanırlardı. Sofyalı sokağına, oradan da Asmalımescit’e daracık bir dehliz gibi açılan Curnal sokakta, nesneler ve canlılar arasında tek yeni olan şey, sevgi dolu yeşil gözleriyle ışıltılar saçan Alev’le ikimiz idik. Bu sokağı mesken tutmuş güvercinler bile bir başkadır: Ta gözünüzün içine bakarak, gurultularıyla size ne denli görmüş-geçirmiş olduklarını anlatırlar.

Bazı Pazar günleri Leyla Hanım’ın kardeşi bizi Tepebaşı’ndaki evlerine kahvaltıya çağırırdı. Kollarımıza girerek aramızda yürürken, yaşlı kadının yüzünün mutlu bir gülümsemeyle aydınlandığını görmüştüm. Bu buluşmalarda kitaplardan konuşulur, çok başarılı bir piyanist olan yakışıklı yeğenin parmaklarından olağan dışı çağrışımlar uyandıran sonatlar dökülürdü.

O gece gün aydınlanıncaya dek çalıştığım için, kapı çalındığında yataktaydım. Leyla Hanım mutfak diye kullandığımız, perdeyle ayrılmış bölmede kendisine kahve yapıyordu. Ondan önce davranıp kapıyı açtım. Alev, hemen oracıktaki koltuğa kendini atmıştı. Yüreğinin pırpırlanışını duymak için ona sarılmama gerek kalmamıştı. Oturduğu yerden gözlerini bana dikerek,

“ Babam seninle tanışmak istiyor. Gelir misin?”, diye sordu.

Boğaz yolunda gürültüyle ilerleyen hantal dolmuşta onunla konuşamadım. Sorularıma yalnızca başını olumlu ya da olumsuz kımıldatarak karşılık veriyor, sımsıkı tuttuğu elimi arabadan inerken bile bırakmak istemiyordu. Bebek sırtlarına tırmandık. Sonunda ağaçların gölgesi altında yitip gitmiş bir evin alt katındaydık. Burada ne pencere ne de kapı vardı. Taştan, ahşaptan yontular, atölyenin her köşesinde, ağaçların altında yerlerini almışlar, bizi gözlüyorlardı. İnsan bedeninin tüm yönelişleri sanki en tutkulu anlarında dondurup, toprağı kuru yapraklarla kaplanmış bu bahçede tutsak edilmişlerdi. Alev,

“Baba nerdesin?”, diye seslenince, üst kattan gelen,

“Buraya gelin” buyruğuna uyarak gıcırtılı merdivenden yukarıya çıktık. Soğuk esintinin ortasında üstünde yalnızca bir fanila, bir de askılı pantolonla bizi karşılayan iri-yarı adamın yontularındaki söylem çeşitliliğinin tersine, yüzünde hiçbir duygu okunmuyordu.

“Hoş geldiniz”, dedikten sonra bana yer gösterdi. Üstü çizimlerle, desenlerle dolu büyük masanın üstünü biraz toparlarken, benim nereli olduğumu, daha önce hangi eğitimden geçtiğimi, ailemi sormaya başlamıştı bile… Bu sorgulamadan bunaldığım anda, Alev’e dönerek,

“Hadi sen bir çay demle de içelim” dedi. Kızını uzaklaştırmak istediğini anlamıştım. Bana sanki Alev’in gözleriyle bakmaya başlamıştı. Ondaki bu değişim, sesine de yansıyan sevecen titreşimle iyice açığa çıkıyordu. Apak olmuş saçlarının, gür kaşlarının arasından yeşil ışıltılarla beni süzen gözlerinde birden bir kararlılık belirdi:

“Sizi böyle sorgulamama aldırmayın”, dedi, “Başka yol bulamadım. Aslında kızım sizden çok söz etti. Ama insanı tanımak, onunla konuşmayı gerektiriyor. Şimdi sıra bende, ben anlatacağım: Alev’in annesini yıllar önce yitirdik. Karıma duyduğum aşkı, bugün de içimde büyüterek yaşatırım. O gittiğinde kızım daha altı yaşındaydı. Onu tek başıma büyüttüm. Eşimin ölümünden sonra kapıldığım öfke, içine düştüğüm haksızlığa uğramışlık duygusu, beni aksi, suratsız biri yapmıştı. Kızımın benim bu tavırlarıma özenmesine engel olmadım. Elimden de gelmezdi. Hem o bir erkek gibi yetişirse, yaşama karşı daha dirençli olmaz mıydı? İşte asıl yanlışım böyle düşünmemdi. Sizin bu güzel arkadaşlığınız bak nasıl değişimlere yol açtı. Doğa yargısını hiçbir zaman geciktirmez.”

Alev, elinde tepsiyle içeriye girince, babası konuyu değiştirmiş, kendi çalışmalarından, gündelik yaşantısından söz etmeye başlamıştı. Neşe içinde konuşurken iri birer pençeyi andıran elleriyle havaya dans eden bedenler çiziyor gibiydi.

Leyla Hanım, evde çalışabilmem için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Geceleri odasına çekilmeden önce en güzel fincanlarıyla çay getiriyor, yanında da bisküviler koyuyordu. Bunun dışında varlığıyla yokluğu belli değildi. Benden beklediği tek şey, haftada bir gün düzenlediği o kutsal törene katılmamdı. Perşembe günleri, bezik arkadaşlarını uğurladıktan sonra, kırmızı kurdeleyle bağlı bir mektup destesiyle beni masanın başında bekliyor olurdu. Nagy’nin mektuplarıydı bunlar… Savaşın sonlarına doğru başını bir şarapnel parçalayıncaya dek Lia’sına yazmayı hiç aksatmamıştı. Leyla Hanım Nagy’nin süslemeli yazısıyla satırlara döktüğü özlemini bana çevirirken gözyaşlarını tutmak için, arada bir çenesini iki yana kaydırarak derin soluklar alır, takma dişlerini gıcırdatırdı. Önümüzde vermut bardaklarını okumanın sonunu kadar boş bıraktığını hiç görmedim. Cinzanoyu ardı ardına yuvarlardı. Bu tatlı içkiyi sevmezdim ama ona katılmak için içerdim.

“Sen karanlık gecelerime doğan mehtabımsın. Bense, senin uyurgezerin”, diye yazmıştı Nagy… Bana okuduğu her desteyi yeniden özenle bağlar, termosifonun ocağında yakardı. Ne kadar dil döksem, bu mektuplardan hiç olmazsa birkaçını saklamama izin vermesini istesem de,

“Hayır! Bunları benden başka okuyan son kişi sen olacaksın! “, diyordu Leyla Hanım. Her kutsal törenimizin sonunda, birer birer bütün mektup destelerini yok etti.

Saçağın altında esintiyle kamçı gibi inen yağmur, paçalarımdan akıyor. Neyse ki, şimdi biraz hızını kesti. Börek paketimi çantama koyuyorum, diğer elimde kırık şemsiyem… Bakkalın önünden geçerken banyoda su ısıtmak için iki torba hazır yakıt alıyorum.

Kapıyı anahtarımla açtım, içeri girdim. Leyla Hanım odasında.

Kapısındaki buzlu camdan dışarıya vuran ışık bulunduğum yeri epey aydınlatıyor. Tuvalet masasının üstünde yanan abajurun altında gölgesini görebiliyorum. Aynaya eğilmiş, güzelliğinden geriye kalanları aramaktan bıkmayan bir kadının son çırpınışları bu gölgede öyle yoğunlaşmış ki, bir an olsun izlemek bile yorucu. Uğraşına ara vermeden içerden sesleniyor,

“Merhaba… Alev uğradı. Sana bir zarf bıraktı. Masanın üstünde…”

Yüreğim ağzımda, elimdekileri yere bırakıyorum. Alev’le iki haftadır pek görüşemiyoruz. Okulda karşılaştığımızda, kısacık birkaç sözden sonra, çok işi olduğunu, babasının siparişlerini alacağını söyleyerek yanımdan uzaklaşıyor.  Geceleri Galatasaray postanesine yürüyüp, onu her telefonla aradığımda babası çıkıyor; daha eve dönmediğini, beni her zaman atölyesine beklediğini söylüyor.  Alev öylesine değişti ki, onu neredeyse tanıyamayacağım. Kısacık etekler giyiyor. Duman rengi çoraplar ve sol ayak bileğinde bir altın zincir. Makyaj onun uzun kirpiklerini öylesine büyülü birer perdeye dönüştürüyor ki, bakışları hiçbir anlama gelmese de beni çektiği yokluğa sürükleniyorum… Saçlarını iyice uzatmış, hep bakımlı. Örgüye falan gerek duymadan, bu yalımları beline kadar salıveriyor. Zarfı açıyorum. Kocaman harflerle yazmış:

“ Sevgili can Arkadaşım,

Bu açıklamayı yüzüne karşı yapamadım. Seni üzmek istemiyorum.

Çok güzel şeyler paylaştık. Ama her şeyin bir sonu var.

Ben nişanlandım. Artık eskisi gibi buluşmamız doğru olmaz.

Ne olur yine arkadaşım olarak yanımda ol.

Gözlerinden öperim.

Alev “

İlk işim, ayakkabılarımı çıkarmak, sonra da termosifonun altını yakmak. Kâğıdı masaya bırakıyorum.

Soyundum. Sırtımda bornozum, odamdan çıkarken, Leyla Hanım’ı görüyorum. Masanın arkasında ayakta, donup kalmış gibi… Elinde Alev’in mektubu; gözlerini korkunç bir sevecenlikle gözlerime mıhlamış. Uzanıp, elindeki mektubu, masanın üstündeki zarfı alırken,

“İşte”, diyorum, “ bana gelen tek mektup bu.. Kısacık. Üstelik içinde hiçbir sevgi sözü de yok.”

Banyonun kapısını kapattıktan sonra ocağın kapağını açıyorum, elimdekileri alevlere bırakıyorum.

Saçlarımı sabunladığım sırada, yüksek tavandan sarkan lamba fanusunun bağlandığı alçı kalıptan bir tıkırtı duyuyorum. Gözlerim sabundan yansa da başımı yukarıya çevirdiğimde, o alçı süslemenin yerinden yarı yarıya ayrıldığını görüyorum. Her şey bir anda oluyor. Ağır alçı kalıpla koca fanus hemen yanıma düşüyor, büyük bir gürültüyle parçalanıyor. Küvetin içinde, karanlıktayım. Tavandan hışırtılarla üstüme, küvetin içine bir şeyler düşüyor. Ocağın kapağından titreşimler yaparak tabanı aydınlatan ateşin ışığında yerdeki kaynaşmayı biraz olsun görebiliyorum. Artık ayaklarımdan bacaklarıma tırmanmaya çalışan o şeylerden kurtulmak için hiçbir şey yapmıyorum. Leyla Hanım dışarıdan sesleniyor,

“Bir şeyin yok ya! Sakın kımıldama. Mum arıyorum. Sigortalar attı.”

Neden sonra elinde mumla içeri girdiğinde, tavanda açılan delikten sayısız böceğin dışarıya çıkmayı sürdürdüğünü görüyoruz. Parmak uzunluğunda, sarı kanatlı böcekler banyonun her yerinde. Küvetin içine düşenler kanatlarını çırparak dışarıya atlıyor.

Leyla Hanım beni banyodan çıkarıyor; ilaçlama yapmak, deliği tıkamak için bakkal Rüstem Efendiden yardım istemeye gidiyor. Ayaklarımda cam kesikleri, bornozuma sarınıp masanın yanındaki koltuğa ilişiyorum..

Cılız bir mum ışığının loşluğuna terk edilmişim. Zamanın durduğuna, bulunduğum yerin neresi olduğunun önemsizliğine inanmaya başlıyorum… Kapattığımız kapının ardında, tıkırtılar gittikçe çoğalmakta.

 

                                                                                                  29/09/2009

(Bu öykü “Sözcükler” Dergisinin Kasım-Aralık 2009 sayısında yayımlanmıştır.)

Önerilen makaleler

[instagram-feed]